31 Ekim 2009 Cumartesi

Elano'nun Oynadığı Brezilya Bir Orkestra İse Alex Oranın Sadece Şefi Olmalıdır.

Yazının ilk cümlesi size tanıdık gelebilir. "Alex, Türk futbolunun başına gelmiş en güzel 3-5 şeyden biridir."

Oynadığı futbol ile hem "spor" hem de "skor" basınını tatmin edebilen tek futbolcu belki de "O"dur. Zaman zaman takımı yavaşlattığı söylensede Sarı-Lacivertli forma ile çıktığı 221 maçta 106 atmak hiçte hafife alınacak bir şey değildir. Attığı goller ve yaptığı asistlerin puan karşılığı ona 2-3 sezon "yatma" kredisi vermesine karşın hala ilk günkü Alex'i sahada görüyor olmak Türk futbol severler için sadece bir şanstır.

Son 10 yıla baktığımızda nice yıldızları merdaneden geçiren Türk futbolu ve skor basını 2 isme diş geçirememiştir. Hagi ve Alex, gerek duruşları, gerekse futbolları ile Türk futbolunda bir çağı kapatıp bir çağı açmışlardır.

18 süper lig takımının 8 yabancı hakkı olduğu düşünülürse 144 futbolculuk bir yatak kapasitesi vardır Türkiye Süper Ligi'nin. Şu anda bu 144 oyuncudan sadece Alex bu otelin kral dairesinde oturmalıdır.

Fenerbahçe dışında Avrupa Kıtasında yolu Parma'ya düşen Alex, 5 maçlık bir seriden sonra ülkesine döndü. Fenerbahçe macerasından hemen önce 2004 Copa America'yı Brezilya forması ile kaldıran Alex, o zaman Taffarel ile Brezilya milli takımında oynayan/oynamış 2 oyuncudan biriydi ülkemizde.

Brezilya milli takımının, Türk futboluna bakışı 2002 Dünya Kupası yarı finalı ve Almanya'daki hazırlık maçından ibaret olduğu için Alex Fenerbahçe formasını giymeye başladıktan sonra Brezilya forması ile arası açıldı. Formayı sonkez 2005 yılında giyen Alex aradan geçen 4 sezon içinde bir daha o formayı giyemedi.

Beşiktaş'lı Bobo'nun bir maçlık performansının Beşiktaş üzerindeki olumsuz etkileri henüz geçmemişken, bu sezon yapılan flaş transferler, Brezilya milli takımından iki oyuncuyu ülkemize getirdi. Fenerbahçeli Dos Santos ve Galatarasay'lı Elano bu yıl ligimize renk katacak gibi gözüküyor.

Fenerbahçeli Dos Santos sürekli olmasa bile Brezilya kampının arada sırada konuğu olan bir oyuncu. Mevkidaşları arasında en zayıf halka olarak görünsede, kadroya çağırılmanın onurunu arada yaşayan futbolculardan.

Galatasaray'ın henüz patlamayan bombası Elano ise Alex'in tam 8 katı maça çıktı Brezilya forması ile. 41 kere formayı terleten Elano ve 5 kere Brezilya forması ile maça çıkan Alex'in süper lig performanslarını izlediğimizde aklımıza düşen tek soru "Alex neden milli takımda yok?"

2004 yılından Galatasaray'a geldiği bu sezona kadar Shaktar Donesk ve Man City formaları giyen Elano'nun forma giydiği maç sayısı neredeyse Alex'in bu zamanda attığı gol sayısına eşit. Arada bu kadar büyük bir verim farkı varken Elano, Josue, Gilberto Silva gibi oyuncuların girdiği bir takıma Alex'in girememsi sadece Dunga'nın Türkiye Ligine bakışı ile açıklanabilir.

Elano'nun da Türkiye'den "Milli takımda oynamak istiyorum, onun için de daha göz önünde olan bir ligte oynamak istiyorum" demeçleri vererek ayrılacağını düşünüyorum.

Alex bu Brezilya milli takımının ancak şefi olur.

20 Ekim 2009 Salı

Bedenimi Eğitme Lütfen...

Bu konu bir süredir yazıya dökülmeyi bekliyordu, Fatih Terim'in Türk futbolu hakkındaki tehşislerini koyduğu veda temalı basın toplantısında tekrar dillendirilince şimdi yazmak zamanıdır dedim.

Bu yazıyı okuyanların ve okuyacakların çoğu Beden Eğitimi dersini almış, askere gitmiş ya da gidecektir. Bu durumda yazdıklarımın bir anlamı olacağını düşünüyorum.

İlk okulda en sevmediğim dersti Beden Eğitimi. Resmi bayramların mezesi olmak adına yapılan yürüyüş çalışmaları ileride hava nasıl olursa olsun beyinleri önlüklerimizden daha siyah adamlar için montsuz, hırkasız bekleyişlerle stad köşerlerinde donmaya hazırlıyordu bizi. Yemyeşil çimlere basmak yasaktı. Tartan pistte "şeref tribünü" önündeyken başlar sağa dönecek şekilde yürümek zorundaydık.

"Kıt'a dur!" konumutunu ilk kez 2. belki 3. sınıfta duydum. Sonkez de yeşil kamuflajlar içinde askerde. Anladım ki o beden bunun için eğitilmiş.

Beden Eğitimi derslerinin seçmeli olması konusunda bir tartışmadır gidiyor. Sanki Elvan Abeylegese'yi beden öğretmeni Erhan hoca keşfetti. Eğer bu dersler asker ocağındaki acemilik devresinde insanlar zorluk çemesin diyeyse hiç gerek yok. Eğer ufacık çocuklar Vali, Kaymakam, Komutan önünden geçerken ayakları karışmasın diye bedenleri eğitilecekse seçilmesin bu ders.

"Sağa/sola çark" edeceksek varsın buradan çark edelim, kaldıralım bu dersi.

Adıyla hiç bir ilgisi olmayan, bedeni değil sivrilikleri eğitmek gibi bir misyon üzerinden yürüyen dersler, lise sıralarında test saati olacak şekilde mutasyona uğruyor.

Hangi okulda bu dersten sonra duş alabileceğiniz bir yer var?

Hangi okulda öğrencileri yetenekli oldukları branşa yönlendirecek çeşitlilikte hoca var?

Futbolcu gençlerimizin ne kadarı okul-futbol ayırımında ikisi birden diyebiliyor?

Basket sahası, kapalı spor salonu kaç okulda var?

Yarım yamalak işler üzerinde uzmanlaşma konusundaki inadımızı kırmalıyız artık. Ya tam yap, ya hiç yapma noktasına ne zaman geleceğiz?

Bedeni eğitmekten önce kafayı eğitmek gerekiyor.

FutboLise, LiseBasket gibi yetenek sınavı ile öğrenci alan okul yapılandırması yakın gelecekte zor görünüyor ancak insanları spor-okul ikilemine sokmadan bu işi kıvırmalıyız.

11 Ekim 2009 Pazar

Fatih Terim! Bu Filmi İzlemelisin...

Eğer henüz Damned United'ı izlemediyseniz bence bu yazıyı okuyarak vakit kaybetmeyin. Bir an önce filmi edinip, izlemeye koyulun.

Aslında blog gündemi bundan çok farklı. Fatih Terim, maçların farklı saatlerde oynanması vs. gibi konular kaynıyor kazanda ama bu filmin gümbürtüye gitmesini istemiyorum. Aslında filmi sindirerek izleyen herkes Türk futbolunun bugün neden burada olduğu konusunda çıkarımlar yapabilir.

Film hakkında fazla detay vermeyeceğim ancak şunu söyleyebilirim. İzlerken aklıma Tigana, Bülent Korkmaz, çokça Aragones ve Milan'daki Terim geldi.

Gündemin en fazla yer kaplayanı Terim'e filmi oturup sakin kafa ile izlemesini tavsiye ediyorum. Rijkaard'te izlerse çok iyi eder bence.


Damned United, izlediğim en iyi 3 futbol filmi arasına girer. Ha belki filmi yeni izlemiş olmanın subjektifliğe takılıyor olabilirim ancak muhakak izlenmesi gereken bir film. Öncelikle Goal 2 ve Goal 3 'teki gibi devamlılık hataları yok. Bu kısım sonradan eklenmiş, bu kısım orjinalmiş demiyor, tamamen filmi izliyorsunuz. Günümüz futbol çarkının nasıl bu günlere geldiğini de anlatıyor film.

İyi seyirler.

9 Ekim 2009 Cuma

Turkcell Süper Lig'in Diğer Ligler Karşısındaki Durumu

Ligimizin kalitesi hakkında yazılıp çizilenleri bir araya getirdiğimizde aklıma bir soru takılıyor. Ligimiz kaliteli mi?

Kalite, özellikle birinin ak dediğine diğerinin kara dediği bir medya ortamında nasıl ölçülür pek bi fikrim yok. Biraz arşiv çalışması, biraz da öznel yargılarla bir kaç lig ile karşılaştırma yapmak istiyorum.

Kaliteyi ölçmek için öncelikle "kalitenin standartlarını" belirlemek gerekir. Maç başına gol, topun oyunda kalma süresi, yapılan fual, görülen kart, yabancı oyuncuların mantalitesi vs. vs.

Ama bence bizi Avrupa'da en kaliteli 6. lig yapan takımların hedefleridir. Ligte takımların hedefi oldukça, var oldukları ligin kalitesini artırırlar.

Bir ligte şampiyon olmak için 2.den bir puan fazla yeterlidir. Lig 2.si ile şampiyon arasındaki puan farkı arttıkça kaliteli olan lig değil şampiyon takımdır. Bir ligin kaliteli olması ile zevkli olması arasında bir bağlantı muhakkak ki vardır ancak her kaliteli lig zevkli olmayabilir.
Dünyanın en kaliteli ligi olarak görülen EPL'ye bir göz atalım. Mevzuya parasal yönden bakarsak Premier Ligin üstünlüğünü peşinen kabul etmiş oluruz. Ancak son 5 sezon ortalamaları göz önüne alındığında Premier Ligte şampiyon olmak için alınması gereken puan 2,23. Yani 5 maçta 11 puan almak gerekiyor. Böyle olunca 5 maçta 3 galibiyet 1 beraberlik bile yetmiyor şampiyonluk için. 5 maçta 3 galibiyet 2 beraberlik gerekli en az.

Küme düşme hattına bakacak olursak, lige tutunmak için maç başına 0,95 puan gerekli. 5 maçın tamamında berabere kalmak yahut 1 galibiyet 2 beraberlik gerekli bu da 5 maç için 2 maç mağlubiyet kredisi veriyor takımlara.

5 sezonun ortalamasına baktığımızda şampiyon ile ikinci arasında 6,6 puanlık fark oluşmuş lig sonunda. Bu da şampiyonun genel olarak ligin bitime 3 hafta kala belli olduğunu gösteriyor.

Premier Ligte 7 takım Avrupa Kupalarına katılma hakkına sahip. Avrupa'ya gitme mücadelesinde genelde 10 takım mücadele ediyor ve Avrupa Kupalarına gidecek son takım genelde son hafta belli oluyor.

Premier Ligte son 3 sırada yer alan takımlar lige veda ediyor. Ve yine ligte kalmak için genelde 5 takım mücadele ediyor. Yani Premier Ligte 15 takım bir hedef için mücadele ediyor. Bu da 20 takımlı ligte takımların %75'inin hedefi olduğu anlamına gelir.

Premier Lig şampiyon olmak için maç başına alınması gereken puanda 2,23 ile en çok puanı gerektiren ülke, kümede kalmak için ise alınması gereken 0,947 puan ile 6 lig içinde en düşük olanı. Burada çıkan sonuç şampiyonluğa oynayan takımlar ile küşe düşmeme mücadelesi verek takımlar arasında muazzan bir güç farkı var.

Bir diğer seyrine doyum olmayan lig ise İspanya'nın La Liga'sı. Bir takımın teknir direktörü iseniz ve takımınıza La Liga'da şampiyonluk yaşatmak istiyorsanız maç başına 2,03 puan toplamalasınız. Bu da demektir ki 5 maçta 10 puan size yeterli olacaktır. Size 5 maçta bir malubiyet, bir beraberlik hakkı veriyor ki Premier Lig'te böyle bir hakkınız yok. La Liga'nın da şampiyon ile ikinci arasındaki puan farkı 6,6 ortalama olarak. Yani şampiyon genelde son 3 haftada netlik kazanıyor.

Yönettiğiniz takım ile amansız bir kümede mücadelesinin içindeyseniz, maç başına 1,052 puan çıkartmak zorundasınız ortalamada. 5 maçta 5 beraberlik bile yetmiyor. Nispeten takımlar arasındaki güç Premier Lig'e dengeli gibi görünüyor.

La Liga'da 7 takım Avrupa Kupaları vizesi alabiliyor ve geçen sezon 8 takım bu vizenin peşindeydi. Küme düşme potasında ise 8 takım ligte kalmak için mücadele etti. Yani 20 takımlı ligin 16 takımı bir hedef uğruna maçlara çıktılar.
Serie A'nın izlenebilirliği Kaka'nın ve İbrahimoviç'in La Liga'ya transfer olmalarıyla sorgulanmaya başladı ancak şampiyon olmak gerekli puan La Liga ile neredeyse aynı; 2,02. Yani 5 maçta 3 galibiyet 1 beraberlik ile mutlu sona ulaşmak mümkün.

Ligte kalmak için gerekli puan ise 5 senenin ortalamasına bakıldığında kalbur üstü 6 lig arasında Premier Ligten sonra en düşük olanı. Ligte kalmak için 0,973 puan almak yeterli. 5 maçta 5 beraberlik yahut 1 galibiyet 2 beraberlik lige tutunmaya yetiyor. 5 maçta 2 galibiyet ile kendinizi, 20 takımlı ligte 12/13. sırada bulabilirsiniz.

İtalya liginde şampiyon ile 2. arasındaki puan farkı ise 9,8. Yani şampiyon, ligin bitimine 4 hafta kala kupasını kaldırabiliyor.

Bundesliga şampiyon olmak için maç başına 2 puandan az almanızın yeterli olduğu ilk ülke. 1,99 puan ile şampiyonluk hayal değil. Şampiyon olmanın puan olarak ederinin düşük olması ligi sürprizlere açık bir hale getiriyor. 5 maçta 3 galibiyet 1 beraberlik şampiyonluk için yeterli sonuçlar. Şampiyonluk gibi kümede kalmanın puan karşılığıda biraz önce değindiğimiz liglere göre daha düşük. 0,988 puan ile lige tutunmuş son 5 sezonda takımlar. 5 maçlık serilerde 1 galibiyet 2 beraberlik ile takımlar ligde kalabiliyorlar. Biraz daha başarılı bir performans takımlara Avrupa kapılarını açabiliyor.

Şampiyon ile ligi 2. bitiren takım arasındaki puan farkı 5 sezonun ortalamasında 7. Bu da demektir ki, lig şampiyonu son 2 haftaya girildiğinde belli oluyor.

Fransa Ligi belki de istatistiklerin en ilginç olduğu lig. Şampiyon olmak için 1.88 puan gerekli iken 1.031 puanın altında almak sizi tutmuyor. Yani namağlüp olarak lige veda etmek mümkün. Lyon'un ligteki ambargosu sayesinde lider ile 2. arasındaki puan farkı genelde 10 puan civarında oluyordu. Buda gösteriyor ki Lyon dışındaki takımları katagorize ederken terazinin çok hassas olması gerekiyor. Lyon'dan önceki dönemde 6 sezonda 6 farklı şampiyon çıkmasıda bu puan farkının mu kadar az almasının bir diğer açıklaması.
Ve ligimize bakacak olursak Türkcell Süper Lig, Premier Ligten sonra en yüksek şampiyonluk puan ortalamasına sahip. son 5 sezonda sadece 3 büyükler şampiyon olsada 2,13 puanı tutturmak gerekiyor. 10 maçta 6 galibiyet 2 beraberlik 1 mağlubiyet demek. Yani ligte 3 ya da 4 mağlübiyet hakkınız var.

Küme düşme potasında ise en yüksek 2. ülke Türkiye. İspanyada ligte kalmak için 1,073 puan gerekirken ülkemizde 1,052 almak gerekiyor. Yani namağlup ligten düşmek mümkün.

Bu verilerden liglerin kalitesine kesin anlamda ulaşmak tabi ki mümkün değil ancak mücadele ligin kalitesini direkt etkileyen bir unsur. Puan mücadelesi olarak Almanya ve Fransa liglerini geride bıraktığımızı söyleyebiliriz.

Maç başına atılan gol sayıları, topun oyunda kalma süresi, futbolcuların kalitesi gibi unsurlarıda göz önüne alarak bir değerlendirme yapmak tabiki daha anlamlı olacaktır. Ayrıca saha dışı faktörlerde ligin kalitesini doğrudan etkileyen faktörler. Stadların güzel, temiz, güvenli olması maç günü gelirleri hatrı sayılı şekilde artırıyor ki burada birinci sıraya şüphesiz Premier Lig'i koymak gerekir.

Bir ligin gelirleri arttıkça, o lige gelen futbolcuların kalitesi artmakta.

Şu anda bir seçim yapmalıyız. Ya kendi kaliteli futbolcularımızı yetiştireceğiz ya da 18 takımın 144 yabancı futbolcu transfer hakkını düzgün kullanmasını dileyeceğiz. Ülke futbolunun 6+2 kuralı ile kitlenmesi, sürekli kirlenmesi karşısında biran önce birşeyler yapmak gerekiyor.

8 Ekim 2009 Perşembe

A-2 Ligi Maçları Neden Tv'de Yok?

Yeni bir oluşumla PAF yani profosyonelliğe aday futbolcu ligi kaldıralarak yerine A-2 ligi kuruldu. Bu oluşumun sadece isim değişikliği olmaması için yapılması gereken bir kaç şey var.

Örneğin İngiltere'de rezerv lig adı altında oynan ligte yaş sınırlaması yok. Yani Owen sakatlıktan sonra maç eksiğini kapatmak için gençlerle birlite maça çıkıyor. Bu maçların çoğuda Tv de yayınlanıyor.

Benim aklıma takılan bugün gazetelerde gördüğüm bir haberdi. "Galatasaray - Bolu maçı GSTv'de" başlığıyla verilen haber bence önemli. Biz bu gençleri, geleceğin futbolcuları olarak görüyorsak, ilerideki mevcut problemleri şimdiden belirleyip onların üstesinden gelme yollarını öğretmeliyiz.

Bu anlamda ben A-2 liginin Tv'de canlı yayınlanmasını oldukça önemsiyorum. Baskı altında hızlı düşünme, tanınma, popüleriteyi kaldırabilmek gibi pek çok sıkıntı yaşayan futbolcuların genç yaşta Tv'ye alışmaları en azından toplum baskısını kaldırabilme adına yararlı olabilir.

4 grupta oynanan maçlarda, Ege Grubunda maç başına 3.91, Güney Grubunda maç başına 4,04, Kuzey Grubunda 3,16 Marmara Grubunda ise maç başına 3,56 gol ortalaması var. Ortalamaların yüksekliği, futbolun meyvesi için gerekli şartların büyük ölçüde sağlandığını gösteriyor.

Önümüzdeki sezon Süper Lig maçlarını şifresiz yayınlayacağı dilden dile dolaşan Trt bu iş için biçilmiş kaftandır. Gereksiz pek çok kanallarından birinde maçları gayet güzel verebilir. Hatta Trt3 ü, TrtFutbol yahut TrtSpor olarak değiştirerek işe başlayabilirler.

23 yaş altı futbolcuların gelişimi için oldukça yaralı olacaktır bu lig. 23-25 yaş arası 3 futbolcuya izin verilmesine karşın 25 yaş üstü futbolcuların maçlara çıkması yasak. Gönül isterdi ki 25 yaş üstü futbolcularda maçlar görev alabilirsin. Fenerbahçe'li Fırat Gül, Alex ile bir maça çıkmanın ayrıcalığını yaşıyabilsin. Delgado, Serhat Kaya'nın asistiyle attığı gol için onu kutlasın. Servet oyundan çıkarken kaptanlık bandını Dino Ömeroviç'e versin.

A2 Ligi için şu anda hepimiz umutluyuz. Meyveleri ne zaman toplamaya başlayacağız bakalım?

7 Ekim 2009 Çarşamba

Fatih TEKKE - Rusya Ligi - Milli Takım - Fatih Terim

Pek çok yabancı futbolcunun ülkemizinden gelen transfer tekliflerini reddetmesinin nedeni, milli takımda oynama ihtimalinin düşmesi. Her ne kadar ligimizi kalite olarak Avrupa'da 6. sırada görsekte Brezilyalı bir futbolcunun Portekiz Liginden, Avusturya Liginden milli takıma gitme şansı daha fazla.

Bir Brezilya'lı için Türkiye ligi ne ise, bir Türk futbolcu içinde Rusya Ligi o demek artık.

Gittiğinden beri kendisini ve ülkemizi Rusya'da başarı ile temsil eden pek çok oyuncu var. Hasan Kabze, Fatih Tekke, Gökdeniz Karadeniz ve Galatasaray'a bu sezon başında transfer olan Caner Erkin.

İmparator lakabını, sadece bir lakap olarak görmeyip içselleştiren ve milli takımıda aynen bir imparatorun ülkesini yönettiği gibi yöneten Fatih Terim sayesinden bu oyuncuları milli takımda göremiyoruz.

4 büyüklerden hangisi gerekli şartlar oluştuğunda Fatih Tekke ve Gökdeniz Karadeniz'i takımlarında görmek istemez? Bu sorunun cevabı bu kadar aşikarken Fatih Terim'in bu futbolcuları görmezden gelmesi anlaşılır gibi değil. Benzer sorunlar Ersun Yanal ve Hakan Şükür arasında da yaşanmış, kazanan Hakan Şükür kaybeden Türk Futbolu olmuştu.

Zenit'te ismi hocası tarafından çizilmişken şimdi soyunma odasında tabelaya adı ilk yazlıyorsa bu Fatih Tekke'nin başarısıdır. Böylesi bir demotive durumdan takımın en yararlı oyuncusu olma durumuna geçmek kişilik olarakta Fatih Tekke'nin futbola bakışını gözler önüne sermektedir.

Duygusallık ve romantizim elbetteki güzel şeylerdir ve insan olmanın kaçınılmaz bir öğesidir. Ancak unutlmamalıdır ki 2002 Dünya Kupasında yakalanan başarıyı, rezive edilmiş kadro ile Konfederansyon Kupasında tekrarlayan Şenol Güneş'te bu duygusallık ve romantizm hastalığına(!) tutulmuş, Avrupa Şampiyonası Grup Elemelerinde, Dünya Kupasında miadını doldurmuş kadroyu kullanarak Yunanistan'a şampiyonluk yolunu açmıştır.

Herkes Akdeniz Oyunlarındaki Fatih Terim'i kafasında yaşatmalıdır. Kendi doğrularını değiştirmemek uğruna herkesin sinirlerini zorlayan bir Fatih Terim pek çekici bir futbol karakteri değildir.

Umalım ki eğrisi doğrusuna denk gelsin. Fatih Terim'i bir İtalyan takımının başında görmek herkese bir süre iyi gelecektir.

4 Ekim 2009 Pazar

3-5 Çapulcudan Adab-ı Muhaşeret : Vefa

Ben artık iflah olmam. Çünkü Seba'yı gördüm. Ama eğer futbol ile yeni yeni haşır neşir olamaya başlayan biri olsaydım Beşiktaş'lı olur muydum bilmiyorum. Ve korkuyorum ileride çocuğum olursa ve böyle devam ederse onu nasıl Beşiktaş'lı yapacapım?

Ve ben çocuğumu nasıl o tribünlere götürceğim?

Dün o malüm pankartı görünce anladım ki; bir başkan paralı askerlerini kullanmaya başladıysa ve üstüne üstlük taraftara ders vermeye kalkıyorsa, Beşiktaş'lılık duruşu kamburlaşmış demektir.

Maça eşini getirmek, eşi var diye kendine küfür edilmeyeceğini düşündüğünden değildir umarım.

Brezilya usulu doğum günü kutlamasından rahatsız olması ve Rüştü'yü hedef göstermesi de Demirören'in bize öğrettiği sayısız güzellikten sadece biri.

Bu artık Beşiktaş'ın içindeki durumla ilgili son yazım olacak sanıyorum. Ama Demirören'in çapulcuları üzerinden taraftara verilen adabı muhaşeret derslerini de ilgiyle takip edeceğim.

En çok üzüldüğüm konu ise "Demirören" isminin Hakkı Yeten ile, Mehmet Üstünkaya ile ve Süleyman Seba ile birlikte anılacak olması.

2 Ekim 2009 Cuma

Bozuk Para Harcayan Türk Futbolu

Hep şikayet ettiğimiz konulardan biri değil midir kalitesiz yabancı futbolcu transferleri? Teknik adamların ve yönetimlerin oraya buraya saçtıkları paraları görünce az çok CM/FM oynayan herkes saç baş yolmaktan alamıyor kendini.

Arada şans eseri yapılan doğrular için "bozuk saat" benzetmesi yapılır. İşte öyle anlar oluyor ki "bozuk saat doğruyu gösteriyor".

Ülkemize sadece tanınmamış, kalibresiz futbolcular gelmiyor. Kimileri geliyor, "Hagi" gibi. Hem kaliteli, hem tanınmış, hem de yetenekli. İşin önemli kısmıda burada başlıyor aslında. Getirmek başarı olsada, ondan verim almak, ülkede tutmakta çok önemlidir. Aşağıdaki 11, ülkemize gelmiş, bazen performansı yüzünden, bazen alışamadığından, bazen de teknik adamın "adam yönetimini" adam gibi yapamamasından ülkemizden ayrılmış yabancı futbolculardan oluşuyor. 3-5-2'yi kullandım çünkü daha sayamadığım pek çok orta saha oyuncusuyla birlikte en çok alternatif orta sahada.

Bu futbolculara verilen ücretlerden ve bonservis bedellerinden bahsetmek istemiyorum çünkü sinirim bozuluyor.

Eksik çok muhakkak, ilk aklıma gelenleri yazdım. Yedekler sizden...

Football Fans Know Better

"Senin Kalbinden Sürgün Oldum İlkin" - Atlante F.C.

Beşiktaş’ın İzmir’e, Fenerbahçe’nin Kırşehir’e taşındığını düşünebiliyor musunuz? En son Jet Fadıl’ın Hacettepe’nin isim hakkını istemesi ile tekrar gündeme geldi takımların taşınma olayı. Türkiye’de böyle bir durum olması şimdiki kanunlara göre söz konusu değil. Ancak . . .

Meksika’da 1916 yılında kuruldu Atlante. Sinaloa adıyla kurulan takım,1920 yılında 1. Dünya Savaşının bitişiyle Atlantik okyanusundan esinlenerek Atlante adını aldı. Takımdaki kalbur üstü oyuncular sayesinde taraftar sayısı hızla arttı ve “Halkın Takım”ı olarak anılmaya başladı.

1930 Dünya Kupasında Meksika’nın ilk golünüde yine bir Atlante’li, efsane Juan Carreno attı. Artan popüleritesine rağmen Meksika Federasyon’u Atlante’yi Liga Mayor’a dahil etmedi. Ertesi sene ise Atlante lige alındı ama önce 2 güçlü takımı geçmek zorundaydı. Bu maçlar bir nevi Atlante’nin kendini kanıtlama maçlarıydı. Toluca’yı 7-2, America’yı 2-1 yenerek saygınlığını perçinledi.

1943′te kurulan profesyonel lige alınan altı takımdan biri de Atlante oldu. Ligteki 4. sezonunda fantastik futbolcusu Horacio Casarin büyük katkısıyla şampiyonluğa ulaştı. Leon ile oynanan final maçını 48.622 kişi izledi.

Bu şampiyonluk Atlante için adeta sonun başlangıcı oldu. Takım bir daha ki şampiyonluğu için 45 yıl beklemek zorundaydı. 1976 sezonuna kadar Meksika liginin iddasız takımlarından biri oldu. 1976 da ise amansız bir yarışa girdi ancak ligten düşmekten kurtulamadı.

Bir sezon sonra tekrar 1. lige dönen Atlante, 1978 yılında IMMS’e satıldı. Meksika Spor Enstitüsü olan IMMS Atlante’yi bir dünya kulübü yapacağını deklare etti. Hedef tüm dünyadan 22 milyon üyeydi. Biraz iddaalı bir hedefti ancak devletin desteği ile finansal krizi aşan Atlante, eski efsanesi Herecio Casarin’i takımın başına getirdi. 3 yıllık bir yeniden yapılma sürecinin ardından Atlante şampiyonluğa çok yaklaştı. 1981-1982 lig finalinde Atlente’nin rakibi Tigres’ti. Normal süresi berabere biten karşılaşmada, şampiyonluk penaltılarla Tigres’e gitti. Ancak yıllar sonra gelen bu başarı bile insanları heyecanlandırmaya yetmişti. Ertesi sezon şampiyonluk geldi ancak ligte değil CONCACAF Şampiyonlar Liginde. Rakip Surinam’ın SV Robin Hood takımıydı.
Takım hala %100 devlete aitti ve yönetim DDF Enstitüsüne geçti. 1989 yılında ise takım iş adamı Jose Antonio Garcia’ya satıldı. Bu satışla birlikte Atlante, Azteca Stadın’dan sürgün edildi ve maçlarını Corredigora Stadından oynamaya başladı. Her sürgün gibi buda kötüydü ve takım 2. lige düştü.


İçinde yanan sıla hasretine daha fazla dayanamayan Atlante kurulduğunda maçlarını oynadığı stada geri döndü. Yeni stadından inanılmaz bir başlangıç yapan Atlante bu formunu sezon sonuna kadar sürdürdü. 1.Lige çıkacak takımı ve aynı zamanda şampiyonu belirleyecek maçta Pachuca’yı, kalecisi Felix Fernandez’in son penaltısıyla 9-8 yenerek 1. Lige geri döndü.

1992-1993 sezonunda 2. şampiyonluğunu kazandı Atlante. Monterrey ile Monterrey’in Tecnologico Stadında oynanan şampiyonluk maçında, maçı kazanan Atlante 45 yıl sonra 2. şampiyonluğuna ulaşıyordu ve bunu bir alt ligten henüz çıkmışken başarıyordu. Monterrey taraftarları stadı terketmeyerek yeni şampiyonu kutladılar.

Kazanılan bu şampiyonluktan sonra playoff”lara kadar yükselebildi Atlante. O zaman kadroda röveşataları ile hatırladığımız Hugo Sanchez, renkli kıyafetleri ile hafızalara kazınan Jorge Campos ve Gabriel Miranda gibi iyi oyuncular olmasına rağmen takım bir türlü finale çıkamıyordu.Hatta bir sezon küme düşme tehlikesi bile yaşamıştı.

Yaramaz çocuklar gibi yerinde duramayan Atlante tekrar Azteca Stadına taşındı. Bu taşınma ile birlikte yeniden eski gücüne kavuşmak için kayda değer oyuncular transfer ettiler ve Amerika 94′te Meksika’ya başarılı sonuçlar aldıran teknik adam Miguel Mejia Baron’ı takımın başına getirdiler.


Yeni yapılanma ile 96 ve 97 sezonlarında yine Playoff’larda elendiler ancak düşme hattından oldukça uzak olmakta kabul edilebilir bir sonuçtu.Çok kötü playoff serileri geçiren Atlante bir türlü başladığı işi bitiremiyordu. 1997′de Toros Neza’ya 9-2 kaybettikleri maçı hiç yaşamamış olmayı dilerlerdi eminim.

1900′lü yılların sonu yaklaştıkça sanki Atlante’ninde sonu yaklaşıyordu. Baron’dan sonra gelen tecrübesiz teknik adamlar, sıradan ve yeteneksiz oyuncular, günü kurtarmak için alınan kararlar ve son olarak takımın renklerinin kırmızı-mavi’den turuncuya dönmesi kimliksiz bir takım yarattı. Taraftarlar artık “Halkın Takımı”ndan uzaklaşıyordu. Sıkıcı ve kötü maçlar sonunda Atlante tekrar küme düşme tehlikesiyle yüzyüzeydi.

Meksika Federasyonun aldığı karar Atlante için bir şans daha demekti. Primera Lig kurulmuştu ve takım sayısı 2 artıralacaktı. Atlante, katılım payı 5 milyon dolar verek bu iki takımdan biri olmaya hak kazandı.

2000′li yıllarla birlikte Atlante yeni bir strateji belirledi. Altyapıya önem veren bir düzen ile birlikte Atlante, Primera Lige çok genç bir kadro ile başladı.Simge oyuncular takımın başına getirildi. Sebastian Gonzales, Luis Gabriel Rey ve Federico Vilar gibi oyuncularla tekrar playofflarda boygöstermeye başladı Atlante. Bu süreçte 3 çeyrek final, 2 yarı final oynadı Atlante.

Huylu huyundan vazgeçmez derler ya Atlante’de öyle, bu sürede maçlarını bir süre Azulgrana Stadında oynayan Atlante istediği başarıyı yakalayamayınca tekrar Azteca stadına döndü.

14 Mayıs 2007′de Atlante sadece Azteca Stadından ayrılmadı aynı zamanda Mexico City’den de ayrıldı. Azteca’daki karsız maçlar, dolmayan tribünler bu sürgünü gerekli kılan unsurlardı. Bu sefer istikamet Cancun şehrindeki Quintana Roo stadıydı. Cancun’da taraftarları giderek artan Atlante, stadı doldurmaya başladı ve yeni taraftarları ile harika bir sezon geçirdi. Yeni stadına çabuk adapte olan Atlante, içerde ve dışarda önemli maçları kazanarak belkide ilk defa sürgünde bir şeyler başarıyordu.

Playoff’larda sırasıyla Cruz Azul ve Guadalajara yı geçen Atlante için 25 yıllık hasretin bitmesine bir maç kalmıştı. Rakip ise Pumas UNAM’dı. Yeni stadına taşındıktan 5 ay sonra finalde Federico Vilar’ın iz bırakan oyunuyla Pumas’ı geçip 3. şampiyonluğuna ulaştı Atlante.

Stadı farklıydı ama renkleri kırmızı-mavi’ydi tekrar. Yeni şehri Cancun’da şampiyonluğunda etkisiyle popülerliği giderek arttı. Atlante Cancun’u, Cancun Atlante’yi kucaklamıştı. Artık orası sürgün değildi.

1 Ekim 2009 Perşembe

İlker Yasin ve "En İyi / En Kötü 5 Spiker"

Bloglarda oldukça yazıldı çizildi İlker Yasin. İstanbul trafiğinin elverdiği ölçüde eve erken gitmeye çalıştım ancak televizyonun başına kurulduğumda maç başlamış hatta Beşiktaş ilk golü bile yemişti. Televizyondan gelen ses, Trt3 'te Futbol Arşiv etiketli yayınlardan birini izliyormuşum hissi verdi. Ben daha portakalda vitaminken İlker Yasin yapıyordu bu işi ancak şu anki durum kendisi için oldukça vahim.Türk halkı olarak herhalde zamanı geldiğinde "eyvallah" demeyi beceremiyoruz.

Ülkemizdeki futbol sunumuda bana artık çekici gelmiyor. Ard arda futbolcu ismi söylemekten, laptopta "ekşisözlük" açmaktan ileri gitmeli bence. Bir ara Tv8 E.Premier Ligi verirken Halit Kıvanç eşlik ediyordu spikere ve bir sohbet havası oluşuyordu.M evcut kanallar içinde en iyi durumda olan şüphesiz ki Ntvspor. Genç kuşak, Ercan Taner'in tecrübelerinden oldukça yararlanıyordur.

Yayıncı kuruluşun spikerleri ise Melih Şendil dışında bana tat vermiyor. Ayrıca devre arasına sıkıştırılan yüzlerce reklam eski teknik adam, yeni yorumculara 3 cümle arka arkaya kurma şansı bile vermiyor. Listelere gelecek olursak unuttuklarım olabilir sizde listelerinizi paylaşırsanız sevinirim.

-En Kötü 5 Spiker-

#5 - Ertem ŞENER

"Rio Ferdinand ne kadar iri cüsseli olursa olsun sonuçta orda bir insan, oda sakatlanıyor"

Kendisine beterin beteri var diyoruz.

#4 - Emre TİLEV

Fenerbahçe - İnter maçıydı sanırım Deivid harika bir gol atmış ve ilk yarıyı 1-0 önde kapamıştık, "Abi gördün mü nasıl koydu?" diye bir sesle bizi kendimize getirmiştir. "Ustam İlker Yasin'den çok şey öğreniyorum" demiş bize söz bırakmamış. Ama çok masum bir suratı var.

#3 - Sabri UGAN

Aslı varken surete ne gerek var. Ümit Aktan gibi cümleler kurmak için uğraşan, başını unutup cümleyi alakasız bir şekilde bitiren Şampiyonlar Ligi gecelerimizin kabusu. Lisede Divan Edebiyatına bayağa meraklıydı sanırım.

#2 - İlker YASİN


Kendisi bir efsanedir. Yavuz Seçkin'in İlker Tahsin tiplemesi ile büyük benzerlik göstermektedir. Hangisinin daha çok saçmaladığını seçmek zordur. Ancak duayendir, milenk taşıdır. Önemli katkıları vardır bu sektöre. Cemiyette oldukça sevilen bir insandır. Bir zamanlar Alkol problemi olduğunu duymuştum.

#1 - Bülent KARPAT

Gaflarına bloglar yetmez. Ama bir "Zinedine Zidane" diyişi vardı ki annesi Zidane'a öyle seslenmiyordur. 28 yaşında sakatlanıp basketbolu bırakmasaydı yahut Cem Uzan'ın uzanan eli olmasaydı Türk Spikerliği ne durumda olurdu acaba?



-En İyi 5 Spiker-

#5 - Güntekin ONAY

Star Tv günlerinden bu güne oldukça yol kat etti. Özellikle %100 Futbol programında Rıdvan Dilmen ile çalışmış olması maç anlatırken kendisine avantaj sağlıyor.

#4 - Ümit AKTAN

Söylenecek fazla söz yok. Edebi cümleleri futbola bu kadar yakıştıran ender insanlardan. Kendisinden maç dinlemek oldukça zevki özellikle geçen sezon maçları radyodan anlatırken çok eğlendirmişliği var beni. En çok itiraz gelecek spiker kendisi sanırım.

#3 - Murat KOSOVA

Bir süredir kendini basketbola vakfetmiş olsada Ntv ailesi içinde adından söz ettirmiş, bilgili, ne söylediğini bilen, ses tınısı rahatsız etmeyen oldukça iyi bir spiker.

#2 - Okay KARACAN

Lig Radyo'daki "Fırat İşbecer'le Verkaç" programının sponsoru BMC'nin motorlu araçlarının maçını bile harika güzel sunuyor. Hele ki maç güzelse tadından yenmez. Ama tempo düşükse korkmayın, verdiği bilgiler sayesinde o tv'nin başından oldukça bilgilenmiş olarak kalkarsınız.

#1 - Ercan TANER

"Hakan attı- 3 oldu - Hakan attı" isimler değişir, rakam değişir gol sonrası coşku değişmez. Ercan Taner işte. Trt'nin mutfağında pişmiş, yıllarca Türkiye Ligi maçlarını anlatmış, NtvSpor'a geçerek kendi adına iyi bir adım atmış, Lig Tv ise onun boşluğunu hala dolduramamıştır.


En kötü spikerlerin hepsinin Star Tv geçmişi olması bir tesadüf mü acaba?

FUTBOL ÜZERİNE YAZILMIŞ EN İYİ 50 KİTAP

Türkiye'de kişi başına düşen gazete sayısından, yıllık kitap satışlarından, basılan kitap sayısından, yayınlanan dergi adedinden, bu dergilerin abone sayısından sayısız çıkarım yapılabilir.

Ego konusunda sınır tanımayan Fatih Terim başka bir ülkenin vatandaşı olsaydı yayınevleri peşinden koşar, en kötü bir biyografi yazdırırlardı. Ya da sen anlat biz yazalım derlerdi. Ama maalesef biz okumayı/yazmayı değil konuşmayı seviyoruz.

Daha önce de yazmıştım; Hakan Şükür'ün anılarını okumak, Torino günlerinde neler yaşadığını öğrenmek, Denizli'nin İran günlerinden haberdar olmak, Tugay'ın İskoçya/İngiltere arasındaki farkları anlatan cümlelerini okumak eminim ki zevki olacaktı.

Ülkemiz yazarlarıdan futbol kokan kitaplar okumak isteyenlerin de sınırsız sayıda seçeneği yok. Amazon.com 'da satılan futbol temalı kitapların sayısını alın, 100'e bölün işte size aşağı yukarı Türkçe okuyabileceğiniz kitapların sayısı. Zaten bu 50 kitabın içinde dilimize çevrilmiş kitap sayısı sanırım sadece 4.

Listenin bir numarası sizinde tahmin edebileceğiniz gibi "Futbol Asla Futbol Değildir."

Buyrum size en iyi 50 futbol kitabı.


1- Futbol Asla Sadece Futbol Değildir/Simon Kuper (1994)


2- Fever Pitch/Nick Hornby (1993)

3- All Player Out: The Story of Italy 90/Pete Davies (1990)

4- Brilliant Orange: The Neurotic Genius of Dutch Football/David Winner (2000)

5- A Strange Kind of Glory/Eamon Dunphy (1974)

6- Keeper Of Dreams/ Ronald Reng (2003)

7- Full Time/Tony Cascarino & Paul Kimmage (2000)

8- Tor!/Uli Hesse-Lichtenberger (2003)

9- Gölgede ve Güneşte Futbol/ Eduardo Galeano (1997)

10- Puskas on Puskas: The Life and Times of a Footballing Legend/ Rogan Taylor & Klara Jamrich (1998)

11- The Glory Time/Hunter Davies (1973)

12- The Miracle of Castel di Sangro/Joe McGinnis (1999)

13- Niall Quinn: The Autobiography/Niall Quinn & Tom Humpries (2002)

14- Only a Game?/Eamon Dunphy (1976)

15- The Boss: The Many Sides of Alex Ferguson/Michael Crick (2002)

16- The Beautiful Game? Searching for the Soul of Football/David Conn (2004)

17- The Far Corner: A Mazy Dribble Through North-East Football/Harry Pearson (1994)

18- Addicted/Tony Adams (1998)

19- Football: The Golden Age/John Tennent (2001)

20- Dynamo: Defending the Honour of Kiev/Andy Dougan (2001)

21- The Football Man/Arthur Hopcaft (1968)

22- Those Feet: A Sensual History of English Football/David Winner (2005)

23- Passovotchka: Moscow Dynamo in Britain 1945/David Downing (1999)

24- A Season with Verona/Tim Parks (2002)

25- Tackling my Deamons/Stan Collymore (2004)

26- Keane/Roy Keane & Eamon Dunphy (2002)

27- Ajax, Hollandalılar ve Savaş/Simon Kuper (2003)

28- White Angels/Jon Cartin (2004)

29- Managing my Life/Alex Ferguson (1999)

30- Futebol: Brezilyo Tarzı Yaşam/Alex Bellos (2002)

31- El Macca: Four Years with Real Madrid/Steve McManaman & Sarah Edworthy (2004)

32- The Greatest Footballer You Never Saw: The Robin Friday History/Paolo Hewitt & Paul McGuigan (1998)

33- Kicking and Screaming/Rogan Taylor & Andrew Ward (1995)

34- England v Argentina: World Cups and Other Small Wars/David Downing (2003)

35- Morbo: The Story of Spanish Football/Phill Ball (2001)

36- The Football Grounds of England and Wales/Simon Inglis (1983)

37- Ajax Barcelona Cruyff: The ABC of an Obstinate Maestro/Frits Barend ve Henk Van Dorp (1999)

38- The Story of the World Cup/Brian Glanville (1980)

39- The Mavericks/Rob Steen (1994)

40- Walking on Water/Brian Clough (2002)

41- Left Foot Forward/Gary Nelson (1995)

42- The Billy the Fish Football Yearbook/Viz Comics (1999)

43- Barca: A People’s Passion/Jimmy Burns (1999)

44- The Way it was/Stanley Matthews (2000)

45- Back Home: The Story of England in the 1970 World Cup/Jeff Dawson (2001)

46- Steak...Diana Ross: Diary of Football Nobody/David McVay (2003)

47- The Beautiful Game: A Journey Through Latin American Football/Chris Taylor (1998)

48- Steaming In/Colin Ward (1989)

49- Out of his Skin: The John Barnes Phenomenon/Dave Hill (1989)

50- The Fashion of Football/Paolo Hewitt & Mark Baxter (2004)