31 Mayıs 2009 Pazar

İyi ki Oradaydım

#3

14-NİSAN-2000 (Beşiktaş - Galatarasay)



Pek çok Beşiktaş taraftarı o maçı hatırlamak istemez. Ama ben iyi ki o maçtaydım. Brigel yönetimindeki Beşiktaş 12 maç arka arkaya kazanmış ve Galatasaray karşısına çıkmıştı.

Herşey güzel başlamıştı, 29. dakikada Şifo Mehmet Beşiktaş'ı 1-0 öne geçirmişti. O dakika itibari ile maç Beşiktaş yarı sahasında oynanmaya başlamıştı. Ta ki 80. dakikaya kadar. İstanbulspor'dan aldığımız Halilagiç, sıkıştığı bir pozisyonda Fevzi Tuncay'a geri pas verdi, top yavaş yavaş Fevzi'ye doğru gitti, Fevzi ayağını savurdu. O anda zaman durdu. Top Fevzi'nin ayağının yanından tıngır mıngır kaleye doğru ilerledi ve çizgiyi geçti. Kimse ne olduğunu anlamadı. Golden sonra ilk hatırladığım maça beraber gittiğim arkadaşımın suratına boş boş baktığım ve bir süre sonra da olduğum yere çöktüğümdü.
O gün ben dahil herkes Fevzi'ye küfretmiştik ama televizyon başına geçince hata ettiğimizi anladık.
Beşiktaş tarihinde kaybedilmiş pek çok final niteliğinde maç var. Ama yıllar geçsede unutulmayacak bir kayıptı bu.
İyi ki oradaydım..
#2

04-AĞUSTOS-2001 (Beşiktaş - A.C. Milan)


O akşam çok ama çok güzeldi. Bir efsaneye son görevimizi yapmak için oradaydık. Onunla 4 şampiyonluk görmüştük. Vakti geldiğinde "hadi bana eyvallah" demeyi bilenlerdendi. Beşiktaş yönetimi ve Fatih Terim ona güzel bir jest yapmışlardı. O yaz sıcağında tribünde yerimizi aldık. Ve maç başladı. Fatih Terim yönetimindeki Milan'ıda sahada görmek "bir taşla iki kuştu" bizim için. İlk yarıda, sezon öncesi futbolundan farklı bir futbol vardı sahada. Kendimizi kaptırmışız maça. İlk 45 dakika bitti. Milan'lı futbolcular soyunma odasına doğru yöneldi, biz de tam yerimize oturacaktık ki, ışıklar söndü. Yüzlerce çocuk ellerinde mumlarla sahaya girdi. Kapalı tribünde yıldız yağmuru başladı. Milan'lı futbolcular ve biz neden orada olduğumuzun farkına vardık bir anda. Stad hoparlörlerinden Kayahan'ın "Bizimkisi Bir Aşk Hikayesi" şarkısı çalmaya başladı. Şarkı yarıda kesildi ve bu sefer stad korosu sahne aldı ve hep bir ağızdan "Samanyolu"nu söyledik.

Mehmet Özdilek'i uğurladık. Bir yıldız kaydı yeşil sahalardan.
İyi ki oradaydım...
#1

24-EKİM-2007 (Beşiktaş - Liverpool)

"Anlatılmaz yaşanır" tadında bir geceydi. Nişantaşından yürüyerek stada giderken "en kötü Gerrard'ı izlerim" diyordum içimden. Maçın çoğunu izlemedim, taraftarları izlerken. Bobo'nun vuruşunun çizgiyi geçmesi ile dalgalanan tribün sakinleştiğinde golden önceki yerimde değildim. O maçtan sonra gittiğim pek çok maçta, o geceki atmosferi aradım ve bulamadım.


Liverpool'u yendik o gece ve taraftar bir maçı nasıl alır şahit oldum tekrar.

İyi ki oradaydım...

30 Mayıs 2009 Cumartesi

O bir mucit...Helenio Herrera

İtalyan futbolunun sıkıcılığı ona mal edilmiştir hep. Yarıda bırakılan maçların müsebbibi O'dur herkesin gözünde. Ama o kariyeri boyunca 16 kupa kaldırmış bir teknik adam, o Helenio Herrera.
Arjantin'de doğan, İtalya'da ölen bir Fransız. Küçük yaşta Arjantin'den Fas'a ordan ise Fransa'ya göç eden bir ailenin çocuğu Herrera. Futbola 1931 yılında başlayan, 15 senede 9 takım değiştiren ve sıradan bir futbolculuk kariyeri olan Herrea, teknik adamlığa, futbolu bıraktığı kulüp olan Puteaux'ta başladı. Ardından Stade Français'i çalıştıran Herrera 1948'te İspanya'ya ayak basıyor ve Real Valadollid ile sözleşme imzalıyordu. Burada geçen bir sezonun ardından başkentin yolunu tutan Herrera, Atletico Madrid'in başına geçti. İlk sezonu boş geçen Herrera, sonraki 2 sene ardarda şampiyonluğa ulaştı ve kariyerindeki ilk şampiyonlukları burda kazandı.
Daha sonra Malaga, Deportivo, Sevilla ve Belenenses'i çalıştıran Herrera, 1958'te Barcelona'nın başına geçti. Burada geçirdiği 2 sezondan 2 İspanya Ligi Şampiyonluğu, 2 İspanya Kupası ve o zamanki adıyla 2 Fuar Şehirleri Kupası kazandı. Barcelona böyle başarılar kazandıran hocasını yıldız futbolcusu Ladislao Kubala'ya tercih etti.

Barcelona'daki başarıları sonrasında 1955'te İnter'i satın alan Angelo Moratti'nin 8. teknik direktörü olarak 1960'ta İnter'in başına geçti. İnter'de 3 İtalya Ligi Şampiyonluğu, 2 Avrupa Süper Kupası, 2 Şampiyon Kulüpler Kupası ve 1 İtalya kupası kazandı.

2 Şampiyon Kulüpler Kupası ardından kendisine yöneltilen "İtalya'nın en popüler insanları sıralamasında kendinizi kaçıncı sırada görüyorsunuz?" sorusuna "Sohpia Loren'in ardından 2. olarak görüyorum çünkü onun vücudu benimkinden güzel." cevabını vermiştir.

Herrera kendi kazandıklarının yanında İtalyan futboluna, dolayısıyla dünya futboluna da pek çok şey kazandırdı.

Lakaplar herkese kolay kolay verilmez Avrupa'da, bizdeki gibi çok fazla "İmparator" ya da "Kral" yoktur. Herrera'ya verilen isim ise "il Mago"'ydu, yani sihirbaz.

"Catenaccio" onun futbol dünyasına armağınıdır. İtalyanca anlamı "asma kilit", en basit anlatımıyla 5-3-2 dizilişi diyebiliriz bu oyun tarzına. Katı bir defans ve fırsatı yakaladığında yapılan hızlı ataklar. Bu günlerde varlığını yitirmiş bir liberonun önünde 2 stoper ve katı bir adam markajı. Her ne kadar bu futbol tarzı herkese itici gelsede İtalya'nın sürekli Dünya Kupası başarıları ve Yunanistan'ın Avrupa Şampiyonluğu bu futbol tarzının işe yaradığını gösteriyor.

Herrera'ya göre "catenaccio"nun sıkıcı gelmesinin sebebi onu uygulayanların defans oyuncularını hiç ileri yollamayarak kötü bir Herrera taklidi olmalarından kaynaklanıyor.
Herrera'nın dünya futboluna tek kazandırdığı şey "Catenaccio" değil, şimdilerde tüm dünyada uygulanan maç öncesi kamp olayını İtalya'da uygulayan ilk teknik adam. Katı disiplini bazen insanı yönlerinin sorgulanmasına yol açmıştır. AS Roma'yı çalıştırırken doktorların kalp rahatsızlığı olduğunu bildirdiği Taccola'yı maçı izlemesi için Cagliari'ye götürmüş ama maçtan bir gün önce sabahki antremana çıkarmıştı. Taccola maçı izledikten sonra ateşlenmiş ve bir süre sonrada ölmüştü.

Fransa, İspanya ve İtalya milli takımlarını da çalıştıran Herrera bu konuda bir rekora sahip, 3 farklı milli takım çalıştıran pek çok teknik adam var ama Fifa Sıralamasında ilk 10'a giren 3 milli takımı çalıştıran tek teknik direktör.

1910'da Arjantin'de doğup, 1997'de İtalya'da öldü Herrera. Onlarca kupaya rağmen tartışıldı, tenkit edildi ve asla "Ben ders almam, ders veririm" demedi.

21 Mayıs 2009 Perşembe

Çok Haber Yalansız Olmaz..

Türkiye'de insanlar gazete okumaya son sayfadan başlar. Sezon içinde bu sayfalar nispeten çekilir haldedir. Spor yazmasalarda yazacak bir skor vardır. Ne kadar istemesekte, sevmesekte, yazılanlar bir gerçeğin üstüne resmedilmiştir. Skorun üstüne.


Ama gel gör ki sezon biter, maç olmaz, futbolcular Bodrum'da orda burda tatil yapar, başlar gazeteler son sayfadan okunmaya devam etsin diye bombalamaya. İnanmak isteriz yazılanlara, bir iki kere kendimi ManUtd yada Barça taraftarı gibi hissettiğim oldu. Ama sonra baktım ki ben bir Türk takımının taraftarıyım ve ülkemizde oynayacak oyuncuları maalesef gazeteler belirlemiyor. İstisnalar var tabi ancak gelen yabancıların çok azı ligimizde kalıcı olabidi. Ülkemizde oynayıp üst düzey bir ligin kabur üstü takımına giden oyuncu sayısı çok az hatta şimdi düşündüm de Ronny Johnsen, Okocha, Baliç, Geremi, Högh'ten - ki o zaman Chelsea bugünkü gibi değildi- başka oyuncu gelmiyor aklıma.
Ülkemize gelen kalitesiz yabancıların etkisi gazetelerin asparagas transfer haberlerinden az. Bu bile başlı başına yabancı futbolcu oynatmanın kurallarının yeniden düzenlenmesi gereğini ortaya koyuyor.
Ben demiştim demek için bir kaç başlık atmak istiyorum. Bakalım aşağıdaki başlıklar size tanıdık gelecek mi?
Ronaldinho Tamam...
Aziz Yıldırım'ın kurmaylarına bitirin talimatı verdiği Ronaldinho'nun Roberto Carlos'u aradığı ve "Hemen gel kral olursun" cevabını alınca Milan'lı yöneticilerden kolaylık istediği ve olumlu yanıt aldığı öğrenildi.

Rijkaard, Shevchenko'yu istedi...
Galatasaray'ın yeni hocası Rijkaard, Adnan Polat'a Shevchenko çok faydalı olur dedi. Ayrıca Rijkaard'ın çocuklarının okulu için arayışta olduğu öğrenildi. Crespo Galatasaray dedi...
Galatasaray'ın 6 senedir peşinden koştuğu Crespo, bilgi almak için aradığı Delgado'nun "Gel ortam manyak her türlü eğlence var İstanbul'da, hem hocalar da bize hasta, her türlü ilk 11 oynarsın" cevabı karşısında "Tamam" dedi.

Romario Trabzon'nun...
Trabzonun prensipte anlaştığı Romario "Sambanın bana her yerde yeteceğini düşünüyordum ama şimdiden kol bastı derslerine başladım" dedi.

Yukarıdakiler gibi yüzlerce başlık atılacak. %99'u fos çıkacak. Futbol ile yeni yeni haşırneşir olan, 2 rengi diğer renklerden ayırmaya başlayan gençler Türk spor basına güvenlerini daha başlangıçta yitirecekler.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

YouTube ve Türk Futbolu


Bu yazıyı okuyorsanız internettin öyle ya da böyle yanından geçmişsiniz demektir. Malüm devir artık "iletişim devri", ister istemez bir yerinden bulaşıyorsunuz. İçerik açısından oldukça zengin internet bildiğiniz gibi. Binlerce bilginin depolandığı bir alan. Bomba yapmayı öğrenip teröristte olabilirsiniz, quantum fiziği ile ilgili binlerce şey de öğrenebilirsiniz. Ama bunun kararını siz verirsiniz. Terörist mi olmak istiyorsunuz bilim adamı mı, karar sizindir. Birey olarak vereceğiniz kararlara karışmak için can atan binlerce insanın bulunduğu bir coğrafyada yaşıyoruz. İnsan hayatına müdahale etmek sıradan bir iş.

Türkiye'de birileri Youtube'daki videolardan rahatsız olmuş ve yine benim adıma gidip şikayet etmiş. Youtube'tan etkileneceğimi, bir kaç zibidinin yüklediği videonun benim olumsuz davranışlar sergilememe neden olacağını düşünmüşler sağ olsunlar.

Türkiye'de futbola başlama yaşı oldukça yüksek profosyonel anlamda. Bir çocuk, 11 kişinin aynı formayı giydiği bir sahada olmak için 12-13 yaşını beklemekte. Bu geç başlangıç öğrenmede dirence neden oluyor ve çocuklar A takıma çıktıklarında, teknik adamlar futbolcuların temel bilgilere sahip olduğu düşünüp ona göre yükleme yapıyor.

A takıma gelene kadar yarı-profosyonel hocalar tarafından eğitilen geleceğin futbolcularının çoğu A takım göremeden başkalarının kararları ile okul için futbola veda ediyor. Kendine gelecek olarak yeşil sahayı seçebilenler ise hocaların bilgisi ve vizyonu doğrultusunda geleceklerini çiziyorlar.

Sıradan bir okul takımında oynarken kaleye çektiğim şut dışarı gittikçe hoca saha etrafında tur cezası verirdi. Şut atmak yasaktı bir nevi, ya kaleyi tutcaktı ya da saha etrafında turlanacaktı. Ben ikisinide seçmedim, şut atmadım.

Youtube'u kapattıran zihniyetle, saha etrafında tur attıran zihniyet bence aynı. Vizyonsuz bir bakış. Şut atmak yasak, youtube yasak, çalım atmak yasak, blogspot yasak. Nasıl ki youtube a bir şekilde giriliyorsa, bir şekilde çalım atan ve şut çeken futbolcularımızda oluyor. Onları da bu kalitesiz futbol ortamında yıldız olarak sunuluyor. Arda neden şut çekemiyor? Toraman topu neden oyuna sokamıyor? Selçuk neden ayağa pas atamıyor? Bunların sorumluları ne kadar futbolcuların kendisiyle bir o kadar da altyapıdaki hocaları.

Galatasaray'da Arda ve Sabri, zaman zaman Aydın, Fenerbahçe'de Semih Şentürk altyapıdan yetişen oyuncular. Ki bunlar altyapının en iyileri ki A takımda kendilerine yer bulabilmişler. Beşiktaş'ta ise en iyi ihtimalle Batuhan gelecek sezon takıma katılacak.

Zihniyet aynıdır. İnterneti yasaklayan zihniyet ile şut atmayı yasaklayan zihniyet aynı tornanın ürünüdür.

15 Mayıs 2009 Cuma

Endüstriyel Tokat



Endüstriyel futbola karşı değilim, karşı gelsem kimin umrunda o da ayrı. Milyonlarca insanın takip ettiği, üzerine bahisler oynadığı, forma aldığı, bilet aldığı, bardak aldığı, yani kısaca üstünden milyonlarca Euro kazanılan bir sporun endüstriyel olmaması kaçınılmaz. Neden kimse endüstriyel hentbol'dan ya da endüstriyel eskirimden bahsetmiyor. Ayrıca endüstrileşmenin nereden geldiği de çok önemli. Kulüpler kurumsallaşıp birer aktif oyuncu oluyorlarsa faydalı bile olabilir, ancak kulüpler para babaları tarafından adeta gasp edilircesine ele geçirilir, bir ego tatmin ve kara para aklama merkezine dönüştürülürse sonuçta kaybedenin kulüp ve taraftar olacağı kesin.

İstisnası yok mudur tabi ki vardır. Kimi durumlarda büyük firmalar sponsorluk adı altında kulübe sadece para aktarmakta ve eğer kulüp yönetimi parayı efektif kullanırsa başarı uzak değildir. Bunun öyle bir örneği var ki "ey endüstriyel futbol sen adamı vezir de edersin rezil de" cinsinden.

Parma A.C. ! Parmesan peyniri ile övünen bir halk şehrinin futbol takımı ile de övünmeye başladı 1990 yılından itibaren. 1913 te kurulan futbol takımlarının başarıyı yakalaması 77 yıl sürdü. İlk kurulduğunda adı Parma'da değildi. Şehirdeki simgelerin kısıtlı olduğunu da anlıyoruz o yıllarda, parmesan ve Giuseppe Verdi var sadece. Verdi , İtalya opera sanatının en önemli temsilcilerinden biridir. Eserleri tüm dünyada en çok sahnelenen opera bestecisi de diyebiliriz. 1813'te La Roncole başlayan yaşamı, 1901'de Milano'da sona erdi.

Temmuz 1913 'te kurulan kulübe "Verdi Football Club" adı verildi. Sanatın hayata bu denli nüfuz etmesi, kitleleri etkilemesi, bir futbol kulübüne bir sanatçının adının verilmesi oldukça ilginç. Türkiye'de Sivasspor yerine Aşık Veysel Spor Kulübü olur muydu, ya da 1984'te Kırşehir Spor kurulurken Neşet Ertaş Futbol Kulübü ismi hiç düşünülmüşmüydü? Gerçi İtalya'da da bu sanat sevgisi sadece Temmuz'dan Ekim'e kadar sürdü ve Ekim 1913'te kulüp adının "Verdi" olan kısmını "Parma" olarak değiştirdi ve "Parma Football Club" oldu. Verdi, ne adı bir kulübe verildiğinde yaşıyordu ne de Kulübün adı değiştiğinde. Yine de güzel bir jest.

Parma ilk kez 1919-1920 sezonunda Emilian Şampiyonasına dahil oldu ve ilk sezonunda terfiyi son maçta kaybetti. Bu Parma için iyi bir başlangıç sayılabilirdi. 1924-1925 sezonunda Bölgesel Lige terfi eden Parma, 3 sezon burda mücadele ettikten sonra 1928-1929 sezonun sonunda Seria B'de mücadele etme şansını yakaladılar.

1930'da kulüp adını bir kez daha değiştirdi ve A.S. Parma adını aldı. 1932 yılında kötü bir performans gösteren Parma, küme düşmesine rağmen bölgesel lige değil yeni kurulan Seria C'ye adını yazdırdı.9 sezon geçirdiği Seria C'den sıkılan Parma 1942 de Seria B'ye terfi etti.

2. Dünya Savaşı nedeniyle 2 sezon liglerde maç yapılmadı. Hayat düzene girdikten sonra 3 sene Seria B'de mücadele eden Parma, 1948-1949 sezonunda tekrar Seria C yolunu tuttu. Seria C'nin gediklilerinden olan Parma 4 sezon geçirdiği ligten Seria B'ye 1953-1954 sezonunda yeniden yükseldi.

1954-1955 yılında Parma Seria B'de kendi rekorunu kırdı ve ligi 9. bitirdi. 1919'dan beri en yüksek lig derecesini aldı. Seria B'ye dikiş tutturmuş gibiydi Parma. Bu periyotta Ivo Cocconi 308 kere forma giyerek kulübün en çok forma giyen oyuncu rekorunu kırdı.

Parma ilk uluslararası maç deneyimini 1960-1961 sezonunda Coppa delle Alpi'de yaşadı. Alp Dağlarının uzandığı ülkeler arasında 1960'da başlayıp 1987 yılına kadar süren Coppa delle Alpi'de Parma, ilk maçını İsviçre'nin Bellinzona takımı ile yaptı. 1964-1965 sezonunda son sırayı alınca Seria B'ye veda eden İtalyan ekibi Seria C'ya ardından da Seria D'ye düştü.

1967-68 sezonunda akıllarına dahiane bir fikir geldi ve takımın adını bir kez daha değiştirler. Huzurlarınızda A.C. Parma. 1969 yılında ise şehrin diğer takımı A.C. Parmense ile birleştiler. Bu arada yöre halkının takımlarına isim koyma başarısı ile ancak "Bağlar Vural Spor" yarışabilir.

Parma için asansör takım dersek pek yanılmış olmayız. Kocaelispor ve Sakaryaspor gibi bir misyonu üstlenmişti Parma. 1972-73 sezonunda Seria B'ye tekrar çıkan Parma'da işler iyi gidiyor gibiydi. Ligi 5. bitirip, kendi rekorlarını 4 basamak daha geliştirdiler, ancak sonraki sezon tekrar Seria C'ye düştüler. 1978-79 sezonunda Triestina ile playoff finalinde karşılaşan Parma, şimdi Milan'ın teknik direktörlüğünü yapan Carlo Ancelotti'nin 2 gol attığı maçta Seria B'ye yükseldi. O zaman teknik patron Paolo Maldini'nin babası Cesare Maldini'ydi.

Ama baba Maldini takımı Seria B'ye tutunduramadı ve 1 sezonluk Seria B ziyareti sonrasında takım alışık olduğu yere, Seria C'ye döndü. 1984'te teknik direktör Perani ile bir kez daha bir sezonluk Seria B deneyimi yaşayan Parma 1987-88 sonuna kadar Seria C'de mücadelesini sürdürdü.

O sezon takımın başında ünlü İtalyan futbol adamı Ariggo Sacchi vardı ve henüz teknik adam olarak pek ünlü değildi.

Seria B'de sadece 2 sezon geçirebildi Parma ve bu sürede 3 teknik adam değiştirdi. 1989-1990 sezonunda takımın başında Türk Futbolseverlerin yakında tanıdığı Nevio Scala vardı. 1989 yılında başladığı görevindeki ilk sezonunda takımı tarihinde ilk kez playofflardan Seria A'ya taşıdı. 1990 yılının Mayıs ayının 27'sinde Reggiana ile yaptıkları maç 2-0 kazandı. Golleri Osio ve Melli kaydetmişti.

1990-91 sezonunda Sarı-Mavililer ilk Seria A mücadelesini Juventus'a karşı verdiler ve sahadan herkesin beklediği gibi mağlup ayrıldılar. Herkes bu asansör takımın katları şaşırdığını, birinin yanlışlıkla Seria C tuşu yerine, Seria A tuşuna bastığını düşünüyordu. Ancak 15 dün sonra Maradona'lı Napoli'yi 1-0 la geçerek tüm futbol kamuoyunu şaşırtmayı başardılar. Artık Parma şehrinin sadece parmesan peyniri ve Verdi'si yoktu. Bunlara A.C. Parma'da eklenmişti.

Parma'nın bu başarısı bölgedeki en büyük süt ürünleri firmasının da gözünden kaçmamıştı. Kulüple hemen hemen aynı adı taşıyan, Tanzi Ailesinin sahibi olduğu Parmalat firması sponsorluk karşılığında kulübün %45'ine sahip oldu ve Parmalıların deyimiyle "Altın Periyot" başladı.
Endüstriyel bir el tarafından tutulan Parma belki de küme düşeceği bir sezonda bu ele tutunarak Seria A'da kalmayı, hatta ligi 6. bitirerek UEFA Kupasına katılmayı bile başardı. İlk sezon için muhteşem bir başarıydı bu ve tüm zamanları en büyük rekoruydu.

1991-1992 sezonunda, UEFA kupasındaki ilk maçta 0-0 kaldığı CSKA Sofya ile sahasında 1-1 berabere kalan Parma'ını macerası kısa sürdü. Ancak o sezon finalde Juventus'u sahasında 2-0 mağlup eden Parma, ilk maçı kaybetmesine karşın kupaya ulaştı.

Parma - Parmalat birlikteliği ilk çiçeğini açmıştı ve henüz 2. sezonun sonunda bir İtalya Kupası getirmişti.
Ertesi sezon Kupa Galipleri Kupasına katılan Parma yine herkesi şaşırttı. İlk turda Ujpest, ikinci turda Portekizli Boavista, çeyrek finalde Çek Sparta Prag, yarı finalde İspanya'nın Atletico Madrid takımı geride bırakıp finale çıkan Parma'nın rakibi yine bir sürpriz takım, Belkçika'nın Royal Antwerp oldu. 12 Mayıs 1993'te Wembley Stadında oynanan finalde Antwerp'i 3-1'le geçen Parma ilk uluslararası kupasını kazandı.

1992-1993 sezonunu 3. bitiren Parma, Kupa Galipleri Kupası Şampiyonu kontenjanından yararlanarak ertesi sezon yine finale kadar gitti ancak finalde bu sefer rakip Arsenal'di ve kupa İngiltereye gidiyordu. Ancak Parma o sezon zaten bir Avrupa Kupasını daha müzesine koymuştu bile. Geçen sezonun Şampiyonlar Kulüpler Kupası şampiyonu Milan'ı 2-0 yenerek Süper Kupa şampiyonu apoletinide omzuna takmıştı. Seria A'da ipi 5. sırada göğüslüyen Parma UEFA kupasına 2. kez katılacaktı.

Vitesse, AIK, Atlhetic Bilbao, Odense, Bayer Leverkusen ve finalde Juventus'u geçen Parma müzesini genişletmek zorunda kaldı. 3 sezonda 3 kupa kazanan Parma'nın yıldızı hızla parlıyordu. Bu parlayan yıldızla birlikte pek çok futbolcu da Parma'nın transfer tekliflerini ardı ardı kabul ediyordu. Tomas Brolin, Hristo Stoichkov, Fabio Cannanvaro, Gianfranco Zola, Faustino Asprilla, Dino Baggio, Hernan Crespo , Enrico Chiesa ve Diego Fuser kısa sürede Parma formasını terletti.

Bu güne kadar Parma ile rekorlara imza atan Scala, Dortmund'un teklifine kayıtsız kalamadı ve yerini takımın eski oyuncusu Carlo Ancelotti'ye bıraktı. Ancelotti, 1996-1997 sezonunda takımı lig 2.si yaptı ve şampiyon Juventus'u sadece 1 puan gerisinde kaldı.

Ertesi sezon ligi 6. bitirebilen Parma, Şampiyonlar Liginde de pek bir varlık gösteremedi. Ancelotti takımı bıraktı ve yerine Alberto Malesani getirildi. O sezon ligi 4. bitiren Parma çifte kupa sahibi oldu. Finalde Fiorentina'yı 1-1 ve 2-2 ile geçen Parma, İtalya Kupasını bir kez daha kazandı.

Moskova'daki Luzhiniki Stadında, UEFA Finalinde Parma'nın rakibi Marsilya'ydı. Crespo, Vanoli, Chiesa skoru belirledi. Parma 3 Marsilya 0. Avrupa'da kupa kazanmak artık Parma için sıradan bir olay olmuştu. Ve Parma gittiği her yere göğsünde Parmalat reklamı ile gidiyordu.

2001-2002 sezonunda İtalya Kupası finalinde rakip yine Juventus'tu ve kupa Parma'ya gidiyordu. Bu Parma'nın müzesine götürdüğü son kupaydı.

2003-2004 sezonu oynanırken Enron'un Avrupa versiyonu sahne aldı ve Avrupa'nın en büyük şirket skandallarından biri patlak verdi. Parmalat'ın kasası boşaltılmıştı. 500 Milyon Euro'luk bonoların itfa edilememesi herşeyin başlangıcı oldu ve gerisi çorap söküğü gibi geldi. Yolsuzluğun tutarı 14,5 milyar Euro'ydu. Ailenin 8 üyesi hapse gönderildi.

Parmalat, Parma'nın elini bırakmıştı artık ve Parma tek başına yürümek zorundaydı. Pek çok oyuncuyla yollar ayrıldı. Daha sonra orta sıralarda yer aldı Parma ancak 2004-2005 sezonunda UEFA kupasında yarı finale kadar yükselmeyi başarmıştı. Avrupa kupalarında başarı Parma'nın genlerine kodlanmıştı artık.

2005 yılında Real Madrid'in eski başkanı Lozenzo Sanz Parma'nın hisselerinin sahibi oldu ama Parma ile kimyalar tutmadı ve 2007 yılında yollar ayrıldı.

24 Ocak 2007 tarihinde Tommaso Ghirardi Parma'nın yeni sahibi oldu. Ghirardi, 31 yaşındaydı ve Seria C2'de mücadele eden Carpenedolo sahibiydi. Göreve geldikten 1 ay sonra Ghirardi ilk kararını aldı ve takım sondan 2. durumdayken teknik direktör Pioli'nin yerine Claudio Ranieri'yi getirdi. Bu hamle takımı sadece 1 sezon daha Seria A tuttu.

2007-2008 sezonunda 3 teknik adam değiştiren Parma ligte kalma umudunu son haftaya kadar taşıdı. Son maçta İnter'le karşılaşan Parma, Ennio Tardini'de 2-0 mağlup olmaktan kurtulamadı ve rüya gibi geçen 18 sezondan sonra Seria B'ye düştü. Bu sürede 2 Uefa Kupası, 1 Süper Kupa, 1 Kupa Galipleri Kupası, 3 İtalya Kupası ve 1 İtalya Süper Kupası kazanan Parma'nın Seria A'da ise en iyi derecesi 2.'lik olabildi. Ligini hiç kazanmayan bir Uefa şampiyonu var mı acaba?

Parma 18 yıl içinde bir yıldızlar geçidi yaşadı. Dino Baggio, Cannavaro, Buffon, Di Vaio, Zola, Crespo, Ortega, Veron, Sensini, Stoichkov, Adriano, Taffarel, Junior, Simplicio, Aspirlla, Stanic, Frey, Lamouchi, Thuram, Appiah, Mutu, Alex De Souza, Brolin, Hakan Şükür ilk olarak sayabileceklerimiz.

Peki nasıl olmuştu da elinden tutan, ona destek veren elden tokat yemişti Parma. Başlarken de dediğimiz gibi yönetimlerin profosyonelleşmemesi ve başkanlık kriterinin cüzdan kalınlığı olması, takımların sponsorlara bağımlı olması, yapılan sözleşmelerin hukuki zeminin kaygan olması Parma'nın yediği bu tokadın ana sebepleri olabilir. Ancak Parmalat'ta işler iyi giderken Parma'da da iyi gitmesi, takımı Parmalat'ın sırtladığının bir göstergesi olabilir. Ancak ülkemizde İstanbulspor, Adanaspor, Manisaspor, Göztepe ilk aklıma gelen takımlar, bu takımların hepsi arkalarındaki sponsorlar çekildiğinde kendilerini alt liglerde buldular. Sponsorlar çekilmediğinde ise pek başarılıda sayılmazlardı.

Endrüstriyel futbola karşı değilim. Ama kendini salt sponsorlara bağlayan, taraftar ile arasına duvar ören, yönetimin reklam panosu haline getirilen, sponsor dışında gelir kaynakları yaratamayan futbola karşıyım.

14 Mayıs 2009 Perşembe

Duvar Örmek Zor İştir...


En güzel taşlara sahip olun, en sağlam taşlarada, en düz araziler sizin olsun, en rüzgarsızlarda. Temelin en sağlamını atın, sonra bir duvar örmeye başlayın. Duvar, taşı taş üstüne koymak olsaydı pek kolay olurdu bütün işler. Ama maalesef olmuyor. En güzel, en sağlam taşları üst üste koyarsanız o bir duvar değil bir yığın olur ve aşılması çok kolaydır.

En yüksek duvarı yapsanızda eğer harç yoksa eninde sonunda yıkılır o duvar. İlk darbede yıkılmasa da illa ki yıkılır. Duvar ustanız yoksa, elinizdeki tüm taşlardan harç olmadan yapacağını ancak bir yığın olur.

Bu güne kadar gördüğüm en iyi duvar ustası ne bıyık fetişisti Terim, ne de rekortmen Denizli. Aragones mi? O katiyen değil, zaten bu yazının yazılış amacı da biraz Aragones biraz Ersun Yanal. En iyisi Lucescu bence. Florquin'ler, Perez'ler,Pancu'lar. Bu oyuncuları duvarın öyle bir yerine yerleştirdi ki köfte olmaz dediğiniz kıymadan harikalar yarattı. Terim'in takımını aldı elindeki imkanlarla var olan duvarı sağlamlaştırdı. Beşiktaş'ta Daum'un takımını ise yerden topladığı taşlarla yeniden ördü. O talihsiz Samsun maçı olmasaydı belki Shaktar yerine Beşiktaş çıkacaktı Saraçoğluna.

Fenerbahçe'nin kadrosuna baktığımızda 4-5 alternatifin tek mevki, orta sahada olduğunu görüyoruz.Ne forvette ne de savunmada orta sahadaki kadro derinliği yok. Sakat ve cezalılardan dolayı kurulamayan defans yüzünden çekilen sıkıntılar ortada. Deniz, Selçuk, Emre, Josico, Maldonado, biraz da Deivid. Aragones'in sahada oynatmak istediği oyunu gördük Avrupa Şampiyonasında. Xavi'niz, Iniesta'nız varsa işiniz kolay ama Aragones gibi yumurtadan döner yapmaya çalışırsanız Başkanınızdan küfür yersiniz.

Ya da Skibbe gibi elinizdeki taşların değerini bilmeyip yeteri kadar harç kullanmazsanız duvarınızda önce bir taş düşer ve onun boşluğundan yediğiniz darbeler duvarı deler. Hücum gücü olarak en kuvvetli takım tartışmasız Galatasaray, ancak gerisi tam bir fiyasko. Song'un gönderilmesi belkide duvardaki destek taşının çekilmesi oldu.

Hemşeri hemşeriyi gurbette derler ya, yerel medya da Trabzonspor'u Trabzonda zorda bırakıyor. Yeni kurulmuş bir takım. Yattara dışında tüm yabancıları yeni bir takım. Ersun Yanal doğru dozu bulmuştu takımı kaynaştırmak için belki de fazla doğru bulmuştu. Hedef, Avrupa Kupalarına katılmaktan bir anda ibresini şampiyonluğa çevirince futbolcularda ister istemez bir baskı oluştu. Taraftardaki beklenti de artınca tahammül eşiği daha aşağı çekildi ve belki de Trabzon sadece bu sezonu değil gelecek sezonlarıda kaybetti. Henüz herşey bitmiş değil. Beşiktaş ve Sivasspor'un Galatasaray maçlarının sonucuna göre aradan Trabzonspor sıyrılabilir.

Eğrisi doğrusuna denk geliyor bazen. Ertuğrul Sağlam'ın gönderilmesi ne kadar eğri ise Mustafa Denizli'de o kadar doğru takım için. Ha kendisini sevmem ama saygı duymak zorundayım. Beşiktaş'a gelmeden önce söylediklerinin tam aksine 3 transfer yaptı ve üçte iki başarı sağladı bu transferlerle. Ernst ile orta alana dinamizim getirdi, böylelikle Yusuf'a saha içinde daha fazla aktif dinlenme imkanı sundu. Demirören gitsin diye dua ediyorduk. Şampiyon olmadan gitmez diyorduk. Denizli ile belki yine eğrisi doğrusuna denk gelir.

Bütün taşlar sizin olsun, siz yinede elinizdeki taşa göre duvar yapın. Duvara göre taş nasıl bulunur onu Man Utd - Barselona maçında göreceğiz.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Bundan Bizde Çok Var..

Fortis Türkiye Kupası Beşiktaş'ın. Yerden kalkamayan futbolculara, iğrenç çekim açılarına, pozisyonun üstüne bindirilen reklamlara ve skor göstergesine rağmen taraftarlar muhteşemdi. Beşiktaş'ın kazanmasından çok Fenerbahçe'nin kazanamamasına sevinenler fazladır tahminimce. Beşiktaş bu sezon ilk kez büyük bir takımı yendi ve 1 kupa kazandı.

Guiza yine boş geçmedi. Ancak attığı golde yaptığı iki koşu gerçekten harikaydı. Penaltı pozisyonunda kendini yere bırakışı bana Arif'li yılları hatırlattı.

Kupa Beşiktaş'a, yenilgi Fenerbahçe'ye hayırlı olsun. Maçı yorumlayan Altan Tanrıkulu'nun söylediği gibi bu malubiyet Fenerbahçe için iyi olmuştur bir bakıma. Geçen sezonu şampiyon tamamlayan Galatasaray bu sene onun diyetini ödüyor.

Delgado'nun yokluğunda 10 numara olarak sahaya sürülen Tello 10 numara bir oyun ortaya koydu. İkinci yarıda direkte patlayan şutu muhteşemdi.

Holosko'nun golündeki verkaç oyunun en şık paslaşmasıydı.

Bobo, attığı 2 gol - atamadığı attıklarından çok daha kolaydı.- ve 1 asistle maçın adamı seçildi.

12 Mayıs 2009 Salı

Devrim Başka Bahara (!)

Benim Türk futbolunda ilk hatırladığım farklı renk 92-93 sezonunda Kocaelispor oldu ilk yarıyı lider bitiren yeşil siyahlılar maratonun sonunu getiremedi. Bir daha böyle bir heyecanı yaşamak için 2000-2001 sezonuna kadar bekledik. 21 Nisan 2001 de Gaziantepspor 3-0 önde olduğu maçı 4-3 kaybetmekten kurtulamadı ve Süper Lig'e renk katan tpaakım olmaktan öteye geçme şansını kaybetti. 2002-2003 sezonunda ise lige renk katma sırası Ersun Yanal yönetimindeki Gençlerbirliği'ne geldi. O sezon ligi 66 puanla bitiren kırmızı siyahlılar, liderin tam 19 puan gerisinde kaldı. Ama bu kulüpten hiç biri iddaasını 31. haftaya kadar taşıyamadı. Sivasspor dışında.
İki sezondur 4 büyüklerin korkulu rüyası haline genel Sivasspor belki de 50 yıllık bir hegemonyaya son verecek, matematiksel olarak hala şansı var ancak psikolojik olarak artık zor görünüyor.

Turkcell Super Lig'te -eski adıyla 1. ligte- ilk santra yapıldığından bu güne 50 kere şampiyonluk kupası sahibini buldu ancak bu 50 kupa sadece 4 takımın müzesini süslüyor. 1959'dan bu güne sadece 4 şampiyon çıkması, Türk futbolunun önündeki pek çok sorunun varlığını gözler önüne seriyor.

Önceleri sadece bizim sorunumuz olduğunu sandığımız bu durum aslında futbolun ve futbol yönetiminin değişmesinden sonra kalbur üstü diye niteleyebileceğimiz liglere de sıçradı. Para sahibi olmanın kulüp yönetimi için tek koşul olması da bu noktaya gelinmesinin bir sebebi. Transfer ücretlerinin, sponsor gelirlerinin artması takım aidiyetini azalttı futbolcularda. Gerard, Puyol dışında kaç futbolcu sayabilirsiniz takımına mal olmuş?
İtalya'da oynan Seria A ,Türkiye Liginden tam 30 yıl önce 1929 da kuruldu. 14 farklı takımın şampiyonluk ipini göğüslediği Seria A dünya yıldızlarının sahne aldığı bir arena. Dünya üzerinde İtalya dışında 11 farklı ülkede maçları naklen yayınlanıyor. Ntv sayesinde Juventus - Milan maçını izleme şansı buldum. İlk yarının son düdüğüne kadar ancak dayanabildim. Sahada milyonlarca euro'luk futbolcuları bu şekilde görmek pekte çekici değildi.

2000-2001 sezonundan sonra Seria A da bize benzemeye başladı. Geçen 8 sezonda Roma'nın 1, Juventus'un 2, Milan'ın 1, İnter'in ise 4 şampiyonluğu bulunuyor. Yani 2000 yılından sonra çıkan şampiyon sayısı 4. Juventus'ın küme düşürülmesinden sonra pek çok oyuncusunun İnter'e transfer olması, İnter'e diğer takımlar önünde büyük bir avantaj sağladı ve bu avantajı çok iyi kullanıyor.
Bir diğer önemli lig Bundesliga. 1963 kurulan ilk Bundesliga'nın ilk şampiyonu şu anda Daum'un çalıştırdığı F.C. Köln. Köln dışında 10 takım daha şampiyonluk kupasını kaldırdı Bundesliga'da. 20 şampiyonluk kazanan Bayern Münih'i, 5 Bundesliga şampiyonluğuyla Mönchengladbah izliyor. 2000-2001 sezonuna kadar geçen 37 sezonda 11 farkı şampiyon çıkartan Bundesliga, 2000-2001 sezonundan sonra Seria A gibi sadece 4 şampiyon çıkarttı. Bayern Münih (5), Werder Bremen (1), B.Dortmund (1) ve Stuttgart (1) mutlu sona ulaştı. Wolfsburg bu sezonu şampiyon bitirirse hem Bundesliga'daki Bayern üstünlüğüne bir süre ara verecek hem de kurulduğu 1945'ten bu güne ilk şampiyonluğuna ulaşacak.

Barclays Premier League'te ise durumlar aslında daha vahim. 1992 yılında yeniden yapılanan İngiltere Ligi, Premier Lig olarak yeniden adlandırıldı ve bu yeni yapılandırma sonunda geçen 16 sezonda sadece 4 farklı şampiyon çıktı. Man Utd, Arsenal, Chelsea ve Blackburn. Kurulduğundan bu güne 42 takımın mücadele ettiği Premier Lig'te Liverpool gibi bir efsanenin henüz bir şampiyonluğu bile yok. 1989-1990 sezonunda son şampiyonluğuna ulaşan Liverpool, taraftarının şampiyonluk özlemini tam 18 sezondur erteliyor. Ülkemizde 3 büyüklerden birinin 18 sene şampiyon olamadığını düşünebiliyor musunuz?

Premier Lig'te ManUtd ve Chelsea diğer takımlarla makası giderek açıyor ve bu ligi sonucu önceden tahmin edilmesi kolay bir hale getiriyor. Ancak alt lig maçlarındaki ortalama seyirci sayıları bile Türk futbolunun yemesi gereken ekmekleri yapacak fırınların azlığının bir göstergesi.

Fransa'da ise durum trajik bir halde. 1939 da kurulan ulusal ligi bu güne kadar 17 farklı takım kazandı. 1988-1992 arasında Marsilya 4 kez üst üste lig şampiyonluğunu ünvanın elinde bulunduruyor.92-93 sezonunu yine zirvede birimesine rağmen şike skandalı yüzünden şampiyonluğu tescil edilmiyor. 93-94 sezonu ile birlikte Fransa'da inanılmaz işler olmaya başlıyor. 6 sezonda sırasıyla PSG, Nantes, Auxerre, Monaco, Lens , Bordeaux şampiyonluğa ulaşıyorlar. 6 sezon 6 farklı şampiyon. 93-94 sezonundan sonra oynanan 9 sezonda hiç bir takım bir önceki sene yakaladığı başarıyı yakalayamıyor yani 9 sezon boyunca arka arkaya şampiyon olamıyor.

2001-2002 sezonunda tarihinde ilk kez ipi göğüslüyor Lyon. O günden sonra herşey değişiyor ve Lyon önceki senelere nazire yaparcasına arka arkaya tam 7 kez Fransa Lig 1 kupasına ambargo koyuyor. Galatasaray'ın kovduğu Gerets ise mütevazi kadrosuyla Lyon'un bu ambargosunu Marsilya'nın başında Bordeaux ile delmek üzere.

Fransa, Almanya, İtalya ve İngiltere bizim yıllardır aşamadığımız hastalığımızın emarelerini gösteriyorlar. Ancak bizden farklı olarak liglerinde şampiyon olamayan takımlar da göze hitab eden futbol oynuyorlar. Altyapıdan yeni yıldızlar yetiştirip satıyorlar.Ligin başından sonuna bütün stadlar doluyor.

Bu liglerde sıradan bir takımın gelip ligi en önde tamamlaması eskisine göre daha zor olsada imkansız değil. Ancak ülkemizde Sivasspor 2 sezondur gösterdiği performansı bir sonraki sezona taşıyabilir mi?

Ülkemizde lig baharda bitiyor. Ancak bu sene de devrim yok gibi. Umalım ki birileri bu zinciri kırsın ve bayrağı İstanbul'un elinden alsın.

9 Mayıs 2009 Cumartesi

En Saf Haliyle Futbol : Sensible SOCCER

Bundan yaklaşık 3-4 ay önce bir PS3 edindim ve aldığım ilk oyun FIFA09 oldu. Futbol oyunlarının geldiği noktayı düşününce pazarın ne kadar büyüdüğü belli oluyordu. Hemen Beşiktaş'ı seçip karşıma bir rakip aramaya koyuldum. İlk gün yakşalık 9-10 tane maç yaptım ve rakiplerim ya ManUtd ya da Barça'ydı. Futbolun kazanmaktan ibaret olduğunu düşünenlere denk geldim herhalde. Çünkü daha sonraki günlerde Genk'i, Cardiff'i, Parma'yı seçmiş rakiplerim de oldu. Parma diyince aklıma Scala'nın şefliğini yaptığı Apolloni'li, Dino Baggio'lu ve tabi ki Zola'lı efsane orkestra geldi ve tabi Parmalat göğüs reklamlı sarı forma. Bu konuyu daha sonra yazmak üzere not düşelim ve konunun ekseninden sapmayalım.

Ps3'te ne zaman maç yapacak olsam "yeni kadrolar alınıyor" ibaresi çıkıyor ve bir dosya indiriyor. Yine bir dosya indirdikten sonra taktik ekranına girdim Nobre'yi ilk 11'e almak için bir baktım Ernst, Yusuf, Erkan Zengin 18 kişilik kadroda benden forma şansı bekliyorlar. Bende onları fazla bekletmeden direk takıma aldım. Demek bu kadar kolaydı. Zihnime 94 yılında bilgisayarın başında geçirdiğim saatler hücüm etti.

Bilgisayarın ekranında Sensible Soccer açıktı ve benimle birlikte 3 kişi gazetelerin yıldızlı maç değerlendirmelerinden kadroları çıkartıyorduk. Amacımız oyundaki tek Türk takımı Galatasaray'ın yanına diğer takımları eklemek ve Türkiye Liginin keyfini sanal ortamda sürmekti.

Bir kaç yıl öncesine kadar bu kadar büyüklükte bir datayı bir arada bulmak neredeyse imkansızdı. İzlanda'nın Fc Reykjavik takımından, Güney Afrika'nın Kaiser Chief takımına kadar , yaklaşık 1500 adet takımın 21 kişilik kadroları, takımlardaki en iyi 3 oyuncu ve oyuncuların ten rengine kadar belirtilmişti.

Çorlu'daki evi karıştırıken bulduğum bir kaç tane kağıdı görünce bu işe ne kadar emek verdiğimizi tekrar düşündüm. Kağıdın yazıldığı tarih 95, üstünde yazanlar ise internetsiz bir ortamda gazetelerden toplanmış, İstanbul'a gidildiğinde alınmış İngilizce futbol dergilerinden derlenmiş transfer haberleri.

Clarence Seedorf - Ajax - Sampdoria - Zenci
Thomas Brolin - Parma - Leeds United - Sarı
Ned Zelick - Borussia Dortmund - QPR - Siyah

Okul'un dağılmasından sonra koşa koşa eve gider transferleri oyuna girerdik. Şimdi düşünüyorumda böylesine bir çalışmayı yapmak, oyuncu dağarcığımı oldukça geliştirmişti.

Oyunun oynanışı oldukça zordu. Kaç kere klavye parçaladım hatırlamıyorum. Gerçi oyunda çok az tuş kullanılıyordu, yön tuşları ve "space"boşluk tuşu. Ama her gol yediğimde iki elimi birden klavyeye sert vurmaktan parçalandılar. "Pas"ta, "şut"ta, "orta"da tek tuştu ve ustaca basmak gerekiyordu. Oyun 2 boyutlu ve kuşbakışı bir şekilde sahayı görüyordu. En artistlik hareket ya orta sahadan gol atmak - ki bunu atabilen çok az futbolcu- ya da ortaya kafa vurup gol yapmak.

Bilgisayarın başında bu kadar keyifli vakit geçirmek için Championship Manager 2'nin çıkmasını bekleyecektim.Bir gece öyle abartmışız ki babam artık evin sigortasını kapatıp, elektrik kesildi numarası yapmak zorunda kalmıştı. Yemişmiydik, yememiştik, ama paşa paşa dağılmıştık.

Daha sonra Sensible World Of Soccer (SWOS) ile maceraya devam ettik ama eski zevki almadığımı itiraf etmeliyim.

Futbolun en saf haliydi bu oyun bizim için. Çalım yok, kendini yere atanlar yok, sadece futbolcular ve maharetli eller var. Artık maharetli eller yerini futbol dünyasında paralı ellere bırakmaya başladı. Futbolun saflığı artık yok. Çünkü ne sokaklarda sağdan soldan bulunmuş 4 taşla yapılmış "futbol mabetleri"(!) var ne de Sensible Soccer...

*Bu güzel zamanlarda benimle birlikte emek harcayan Jordi'ye sevgiler.

Türkiye'de Sadece Bir Dünya Kupası Gol Kralı Oynadı : Oleg SALENKO

Mario Kempes, Paolo Rossi, Gary Lineker, Salvatore Schillaci, Hristo Stoichkov ve Oleg Salenko. Tüm bu futbolcuların ortak özelliği oynadıkları Dünya Kupası maçlarında 6 gol atmaları ve oynadıkları kupanın gol kralı olmaları. Ve bu altı isimden an az tanınanı Oleg Salenko'dur. O bir Dünya Kupası Rekorunun sahibi. Bu rekor kırılması gerçekten zor bir rekor. Oleg Salenko, Dünya Kupasında bir maçta tam 5 kez rakip ağları sarstı.

25 Ekim 1969 da Leningrad’ta dünya geldi Salenko. Futbola 1986 yılında Zenit Leningrad ‘da başladı. Zenit’te geçirdiği 4 sezonda toplam 47 maçta 10 gol attı ve ilk sezon bir kez bile ilk 11’de sahaya çıkmadı. 1989’da Dinamo Kiev’le sözleşme imzalayan Salenko, Dinamo Kiev’in SSCB yıkılmadan önce bulunduğu geniş katılımlı Sovyetler liginde 75 maçta 21 gol attı.

SSCB’nin dağılmasından sonra kurulan Ukrayna Liginde yarım sezonda oynadığı 16 maçta 7 gol attıktan sonra 92-93 sezonunun ikinci yarısında İspanya’nın yolunu tuttu. Logrones’teki ilk sezonda 16 maçta 7 gol atan Salenko, 93-94 sezonundaki performansıyla dikkatleri üstüne çekti ve 16 gol attığı 31 maçın sonunda Valencia ile sözleşme imzaladı. Sadece ligdeki performansı değil Amerika’daki Dünya Kupasında Altın ayakkabıyı da alması trasferinde önemli rol oynadı. 94 Dünya Kupasında oynadığı 3 maçta attığı 6 gol sonrasında altın ayakkabıyı Hristo Stoichkov ile paylaştı. Stocihkov, Salenko’dan 4 maç fazla oynamasına karşın onu geçme başarısı gösteremedi.

Dünyada iki farklı Milli Takımda oynayan ender oyuculardan biri Salenko. Ancak iki milli takımda oynadığı toplam maç sayısı sadece 9. Bu dokuz maçın 1’inde Ukrayna forması giyen Salenko, 8 kere de Rusya forması giydi. Salenko, milli takım kariyerindeki 6 golun tamamını 94 Dünya Kupasında attı ve bu gollerden 5 tanesini aynı kaleciye, 28.06.1994 tarihinde Kameron’lu Jacques Songoo’ya attı. Bu 5 gol, belki de teknik direktör Pavel Dayrin’in takımın başına getirilmesini protesto eden diğer Rus oyuncuların bir armağanıydı Salenko’ya. Karşılaşma 6-1 bitti. Ancak rekora imza atan sadece Salenko değildi, Kamerun forması giyen 42 yaşındaki Roger Milla Kamerun’un tek sayısını kaydeden kişiydi ve Dünya Kupası Finallerinde gol atan ve oynayan en yaşlı futbolcu ünvanını aldı ve onu hala koruyor.

Uzanların İstanbulspor’un sahibi olduğu dönemde bir gün gazetelerde Salenko İstanbulspor ile sözleşme imzaladı diye bir haber çarptımıştı gözüme. G. Rangers’tan, Peter Van Vossen karşılığında transfer edilmişti ve Türkiye Liginde ilk defa bir Dünya Kupası gol kralı forma giyecekti. Valencia’da fazla forma şansı bulamayan ve 25 maçı 7 golle tamamlayan Salenko rotayı İskoçya’ya çevirdi. 95-96 sezonunu Rangers’ta açan Salenko maç başına 0,5 gol ortalaması tutturarak 14 maçta 7 gol attı.

Abramoviç’in Türk versiyonu olan ve canlı ortamda Championship Manager oynayan Cem Uzan’ın teklifini kabul eden Salenko, Ocak 96’da Glaskow’dan İstanbul’a uçuşa geçti. Ayağının tozuyla çıktığı 15 maçta tam 11 gol atarak oynadığı tüm sezonların en yüksek maç başına gol oranını yakaladı. Buna milli maçları dahil edebiliriz.

İstanbul ve İstanbulspor’la iyi bir performans yakalayan Salenko, Türk futbolseverler ona doyamadan sakatlık belasına yakalandı ve 96-98 arasındaki 2 sezonda sadece 3 maçta forma giyebildi.29 yaşında Türkiyeden ayrılmak zorunda kalan Salenko, İspanya’ya geri döndü ve ikinci lig takımlarından Cordoba ile sözleşme imzaladı. Ancak kronikleşen sakatlığı yüzünden 1999-2000 sezonunda 3 maçta forma giyebildi. İspanya’daki 3 maçın ardından Polonya’nın Pogon Szczecin takımına giden Salenko acaba Pogon formasıyla sadece 1 maç oynayacağını bilseydi Polonya’ya gidermiydi bilinmez.

Oynadığı 246 maçta 86 gol attı Salenko, 1996 yılında 29 yaşındayken yaşadığı sakatlık sonrasındaki futbolu bıraktığı 2001 yılına kadar oynadığı toplam 4 sezonda sadece 7 kez forma giymeseydi belki o ve İstanbulspor şu anda çok farklı yerlerde olabilirlerdi.

Cem Uzan’ın belki de en iyi transferini bu şekilde kaybetmesi büyük bir talihsizlik olarak nitelendirelebilir. Futbolu bıraktıktan sonra, emekli futbolcuların çoğunun denediği yolu denedi ve teknik adam oldu. Ama düşündüğünüz gibi Rus ya da Ukrayna Liginde bir takımda değil, belki de artık sahaların yeşil olanını görmek istemiyordu. Ukrayna Plaj Milli Takımı’nın başına geçti 2003 yılında. Takımı oynadığı 3 maçın sadece birini kazandı oda Salenko’yu dünya vitrinine taşıyan 94 Dünya Kupasının ev sahibi Amerikaydı. Grubundaki Brezilya ve İspanya maçlarından mağlup ayrıldı. Portekiz’deki turnuva Temmuz ayında bitti ve Salenko futbol dünyasından çekildi.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Tuzla Tersanesi Ne Kadar Şanssız...

Onun tam adı Robert Bernard Fowler. Liverpool'un en varoş semti olan Toxteth'te 9 Nisan 1975'te dünyaya geldi. Futbola Liverpool Futbol Akademisinde başladı ve 1993 yılında Liverpool'la sözleşme imzaladı. Yokluk ve yoksulluk içinde büyüdüğü yeri hiç bir zaman unutmadı. 1995 ve 1996 yıllarında ardarda iki kez Yılın Genç Oyunucusu seçildi. Bu ödülü iki sene üstüste alan diğer futbolcular ise Wayne Rooney ve Ryan Giggs'ti.

Messi ,Ronaldinho , Eto gibilerin yanında o sıradan bir futbolcudur aslında.Mevkisi itibari ile sıralamada ilk 10'a bile girmesi pek mümkün değildir. Ama o inadına futbolun, tüm makina düzeni futbolcularına, yenilmez armadalarına tek başına meydan okuyan bir romantiktir. O takımını tribündeki taraftar gibi çıkarsız seven biri. Öyle ki İstanbul Olimpiyat Stadında oynanan Şampiyonlar Ligi finalinde sessiz sedasız tribündeki yerini almış takımını desteklemiş, ükesine gittikten sonra sahada olamadığı için devre arasında Wc de ağladığını söylemiştir.

BJK Çarşı Grubunun sahadaki yansımasıydı Robbie. Hem bir taraftar kadar saf hem bir tilki kadar zekiydi sahada. Attığı bir gol sonrasında orta sahaya koşarken düşen hakemin üstüne atlamış ve bütün futbolcularda onu takip etmiştir. Bir hakemi gol sevincine kadar tek futbolcudur belkide.Norveç takımı Bergen'i 3-0 yendikeri UEFA Kupasında attığı golden sonra kameralara doğru koştu ve formasını kaldırdı. Altındaki kırmızı t-shirtte beyaz harflerle "İşten atılan 500 tersane işçisini destekleyin" yazıyordu. Aynı çevreden gelen McManaman ile işçilere sempatik gözükmek için değil gerçekten destek olmak için bu tshirtlerden biri tane alıyorlar, ilk golü atan formasını çıkarırı diye sözleşiyorlar ve golu Robbie atıyor. Fowler ve Macca sayesinde bu tshirtlerin popülerliği artıyor ve 3 sene içinde tam 500.000 adet satılıyor. Toplanan tüm para işten atılan tersane işçilerinin direnişine harcanıyor. Bunun maliyeti ise Fowler'ın aldığı 1.400$ ceza oluyor.

Liverpool'da oynadığı 348 maçta 177 gol atarak Kop Tribünün sarsan 100 futbolcu içinde Kenny Daglish, Steven Gerard ve Ian Rush'tan 4. olmuştur. Robbie aslında 24 Mart 1997 tarihindeki Arsenal maçında atmadığı golle 178 gol atma şansını elinni tersiyle itmiştir. Davied Seamen ile girdiği bir ikili mücadele sonrasında yerde kalmış ve hakem penaltı noktasını göstermiştir. Fowler hakemin üstüne yürür ve penaltı olmadığını haykırır ama hakemin kararı değişmez. Topun başına yine Fowler geçen ve topu kaleciye atar, kaleciden dönen topu Jason Mcateer filelere gönderiri. Mcateer'ın golü sonrasındaki yüz ifadesinden ne kadar kızdığı anlaşılmaktadır. Çünkü kazanmak için herşey mübah değildir Robbie'nin yetiştiği yerde.

Bu attığı 177 gol içinde öyle sevinişleri vardır ki bir seferinde korner direğini mikrafon olarak kullanmış ve bir rock şarkıcısı gibi şarkı söylemiş Kop Tribününü coşturmuştur. 96 yılında çarşamba gecelerimizin konuğuydu Robbie. O zaman tv deki bir kare, Sensible Soccer'daki müthiş futbolcuydu. Liverpool'da oynamadan önce Everton taraftarı olan Robbie yeri geldiğinde eski takımı eleştirmekte hiç bir sakınca görmecek kadar ilkelerine bağlı. Everton'lu bir kaç futbolcu hakkında kokain kullandıkları gerekçesiyle açılan dava sonrası, bu futbolcuları kınamak için kah saha çizgisinin kireç tozunu eline alarak kah çizgiye eğilerek içer gibi yaparak "Keş Robbie" lakabını almıştır.


Stan Collymore ile müthiş bir ikili oluşturan Fowler, Emile Heskey'in gelişi ile yedek kulübesine doğru yol almış daha sonra 29 Kasım 2001 günü Leeds United'a satılmıştır. Bilerek kaçırdığı sonrası aldığı Fifa Fair Play ödülünüde yanına alarak Leeds'e giden Robbie daha sonra Man.City'ye transfer olmuştur. Oradan sonra durak yine Anfield Road olmuştur. Yuvaya dönen Robbie için The Guardian gazetesi "God returns to Anfield" başlığını atmıştır. Daha sonra Cardiff'e giden Robbie, Liverpool'daki düzenini bozmamak için Cardiff'e taşınmamış helikopter almış ve hergün Cardiff - Liverpool arasını helikopterle gidip gelmiştir.

Atlarına verdiği isimlerle at yarışı spikerlerini çileden çıkartmaktadır çünkü atlarından birinin adı "Some Horses"(Bazı Atlar) diğeri ise "Another Horse"(Diğer At)tur.

Semih Şentürk'ün bir gol sonrası "Tuzla'da İşçiler Ölmesin" tshirtünü göstermesi ne kadar zorsa, Tuzla'da işçilerin ölmemeside o kadar zor. Futbolu sadece futbol olduğu için oynayan, futbolun sosyal yapısını çözen, binlerce kişiyi bir arada bulmuşken mesajı yapıştıran futbolcularımız olur mu bizimde ne dersiniz?

*Ekşi Sözlükten yararlanmamak mümkün değil, onların her birine teker teker teşekkür etmek gerekiyor.

5 Mayıs 2009 Salı

İSTATİSTİK BİLİMİ ve MUSTAFA DENİZLİ YALAKALARI

Hiç bir önemli maçı kazanamayacaksın, Milliyet'in Plazasından atıp tutacak, en iyi kadro Beşiktaş'ta diyip 3 tane transfer yapacaksın, sonra hala o koltukta oturacaksın. Yalakalarında istatistiklerden yola çıkarak sana methiyeler düzecek. Beşiktaş'ın 40 ortası varmış, topa daha fazla sahip olmuş, kaleye Fenerbahçe'den fazla şut atmış.
Alex Ferguson, "İstatistikler mini eteğe benzer, pek çok sey gösterir ama asıl görünmesi gerekenleri göstermez."
Fazla birşey yazmaya gerek yok, maçı izleyenler görmüştür zaten.