28 Ağustos 2010 Cumartesi

Hollandalı Düşerken..

Frank Rijkaard 5 Haziran günü Galatasaray.org'da "yeni teknik direktörümüz" spotuyla duyurulduğu gün herkez gibi ben de büyük bir devrimin arifesinde olduğumuza inanmıştım. Bu gün gelinen nokta da temelinden sallanan sadece Rijkaard değil. Rijkaard giderse, akıntısı güçlü olur ve yönetimi de yanında götürebilir.

Galatasaray'da sorunlar Hakan Balta'nın sektirdiği topla sümen altına sığmaz oldu. Birbirine sürekli kapalı mesajlar gönderen yönetim ve teknik adam arasında inanılmaz bir soğukluk olduğu ortada. Peki Rijkaard'ı resmi sitede duyurmak ile ilk temas arasında neler konuşuldu?

Galatasaray için bu gün değil, 5 Haziran 2009 dan önce Rijkaard'a ile pazarlık yapılarken söylenenler daha önemli.

Büyük ihtimalle Rijkaard, 118-80 'i arayıp Haldun Üstünel'in telefonunan ulaştı. Ardından büyük bir hızla tuşları çevirdi, kısaca kendini tanıttıktan sonra "Lütfen beni alın. İstanbul ve Galatasaray benim hayalim." dedi. Bir an şaşkınlık geçiren Haldun Üstünel "Sayın Rijkaard biz kariyerli bir hoca arıyoruz." diye cevabı yapıştırınca biraz mahçup olan Rijkaard kısık bir sesle "Ama sayın Üstünel ben La Ligayı kazandım, şampiyonlar ligini aldım" dedi. Bunun üzerin Haldun Üstünel saçlarını tutan tokayı agresif bir şekilde yerinden çıkardı ve saçları rüzgara bıraktı kendini. Önce kısa bir öksürükle boğazını temizledi ve Türk futbol tarhine altın harflerle geçecek o söz ebeği dökülü verdi ağzından "Barcelona'yı babam da şampiyon yapar."

Yukarıdaki gibi olmadığı kesin o görüşmenin. Büyük ihtimalle Galatasaray yönetimi Rijkaard'ı ikna etmek için oldukça uğraştı. Bu işi de "Hadi be hacı" ya da "Lütfen gel" diyerek değil, transfer bütçeleri üzerinden, oyun sisteminden, altyapı projelerinden ve yeni stad inşaatı üzerinden halletti.
Peki Rijkaard bir proje ve devrim adamı mıdır? Bu proje ve devrime tanınan süre nedir? İstenenlerin yapılması için gerekli araç-gerecin temini konusunda sınırlar nedir?

Bu süreç içinde belki de en çok üzerinde durulan transfer meselesiydi. Baros ve Kewell ile tarzını belli eden, yıldız üstü kaymak transfer politikası Rijkaard'la birlikte sürmeye devam etti. Çünkü ne de olsa yıldızlar topluluğu Barça'yı şampiyon yapmıştı Rijkaard. Yıldız oyuncuları yönetmeyi biliyordu. O zaman yıldız almakta sıkıntı yoktu.

Baros ve Kewell'ın bulunduğu kadroya Keita, Elano, Neill, Dos Santos ve Jo gibi takviyeler yapıldığında Beşiktaş taraftarının bu sezon başında yaşadığı "endorfin salgınına" yakalanmıştı Galatasaray taraftarı. Anca zaman geçtikçe görüldüki. Sorun bir futbolcudan daha derin.

Öncelikle bir devrim istiyorsanız Rijkaard'ı bu takımın başına getirmeyeceksiniz. Rijkaard bir hoca olarak yaratıcı bir teknik adamdan ziyade uygulayıcı bir teknik adam. Süregelen sistemler içinde var olanın üstünde ufak rütuşlar yaparak uygulamaya devam etmiş ve başarılı olmuştur. Hollanda milli takımı ve Barcelona geleneği olan takımlar ve neredeyse yanı sistemi uyguluyorlar. Bu iki takım için Rijkaard ortaya "başka birşey" koymamış. Zaten iyi olanı daha iyiye evirmiştir. Guardiola'da Rijkaard'ın iyisini mükembele çevirdi. Zincirin halkaları.

Antrenörlük sürecinde en zor sınavı Rotherdam olan Rijkaard'ın Milli takım sonrası ilk tren kazasıysı Rotherdam.

Bugüne baktığımızda yönetimin hatası sadece antrenör seçiminde değil antrenörü seçerken verdiği sözlerde. Tutmadığı sözler.

Rijkaard iyidir kötüdür ayrıca tartışılır. Neeskens ile aslında 2 kişi oldukları düşünülebilir. Bu ikilinin Galatasaray için yeterliliği tartışılır ancak bunları tartışmak için önce yönetimin transfer görüşmelerindeki sözleri tutması gerekir. Şu anda en masum insandır Galatasaray tenik yönetimi. Futbolcular 21. yüz yılda hala "imparator" hayallari kurarken, yönetim hem yöntem şekli hem de kasa olarak "Lidya" öncesindeyken en son suçlanacak adamdır Rijkaard.

27 Ağustos 2010 Cuma

Necip, İnönü'de Oynamamalı!

Necip'i, Cenk'i, sevip beğeniyorsak. Onların sahadaki varlığı Guti'nin, Quaresma'nın varlığı kadar bizi mutlu ediyorsa. Bu gençler İnönü stadında futbol oynamasınlar.


Finlandiya'da pırıl pırıl bir zeminde neler yapabileceğinin ufak emarelerini gösteren takımın kendi sahasında böyle oynayamayacak olması ne acı! Bizde "altyapı"ya yatırım yapılmaz. Bu sezonda yönetim sahanın üstünde oynayacaklara büyük yatırım yaptı ancak onların "altındaki" yapı olan stadın zeminine bir kuruş bile harcamamış.

Alper Tezcan ara ara gazetelerin spor sayfalarını doldurmak için mikrafon uzattıkları bir figüre döndü. Ama o mikrafon ilk uzatıldığında yaşananlar gerçekti ve bu süre içinde Alper en çok hata yapma hakkına sahip insandı. Bir sakatlık ve rayından çıkan bir hayat.

Necip'i oynatmayın bu sahada. Aurelo'yu oynatın, İnceman'ı oynatın ama Necip'i oynatmayın. Ufak bir bilek incinmesi milyonlarca kalbi incitecek yoksa.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Penaltılar Oyunun Devamı mı?

Sadece bir düşünce. Belki saçma ama düşünce işte. Deplasmanda atılan golün kudretini sorusu. Fenerbahçe ve Trabzonspor ilk maçta deplasmanda 1-0 kaybettikleri rakiplerini Türkiye'de ağarlayacaklar. 1-0 ev sahibi takımların evlerinde alabilecekleri tek farklı skorlar içinde en olanıç Paok ve Liverpool o avantajla geliyorlar ülkemize.

Maçlar 1-0 temsilcilerimizin galibiyeti ile bittiğinde karşılaşmalar uzayacak. Uzatmalardaki deplasman golü uygulaması başlı başına 2. maçı evinde oynayan takım için dejavantaj. Şimdi söyle bir varsayım yapalım temsilcilerimiz maçları 1-0 kazandılar ve uzatmaya giden maçlarda başka gol sesi çıkmadı. Seri penaltı atışlarına geçildi ve ilk 5 penaltının hepsini iki takımda gole çevirdi.

İlk maç 1 - 0, ikinci maç 1 - 0, penaltılar 5 -5 . Yani toplam 6 - 6. Paok ve Liverpool deplasmanda daha çok gol attığı için tur atlamalı mı?

Evet biraz saçma gelebilir kulağa ama mantık olarak bu penaltılar hakem tarafından bir şekilde uzatmalar içinde verilse ve hepsi gol olsa maç yine 6-6 bitecek ve deplesmanda 5 gol atan takım tur atlayacak.

Kura Çekimi Öncesi Şampiyonlar Ligi'inden İlginç Detaylar


Bu gün çekilecek kura sonrası Şampiyonlar Ligi tam anlamıyla start alacak. Tek temsilci ile katılacağımız ligin yine bir çok güzel maça sahne olacağı kesin. Biraz geriye dönüp şampiyonlar liginin ilgi çekici notlarına göz atalım.

  • En Fazla Final Oynayan Kulüpler
İki dev Real Madrid ve Milan kupadan 10'dan fazla final oynayan iki takım. Real Madrid 9 kere kupayı müzesine götürüken 3 kere de podyuma sadece madalya almak için çıktı. Milan ise oynadığı 11 finalin 7'sini kazandı. Liverpool 5, Bayern M. ve Ajax 4 kez, Barcelona, Man Utd ve İnter 3'er kez kupanın sahibi oldu. N.Forrest, Juventus, Porto ve Benfica 'da 2'şer kez kupanın sahibi oldular. Bu güne kadar 21 farklı takım kupanın sahibi oldu.
  • En Başarılı Ülke : İtalya
Bu güne kadar 26 kez finallerde mücadele etmiş ve bunların %46'sını kazanmış. İtalyan kulüplerinin müzesinde 12 Şampiyonlar Ligi ve Şampiyon Kulüpler Kupası bulunuyor. Onları 21 finalle İspanyollar izliyor. İspanyolların final kazanma yüzdesi İtalyanlara göre daha iyi. %57 oranla İspanyollar 12 kez kupanın sahibi oldular.
  • En Çok Sevinen Şehir : Milano
Milano'lu futbol severler Avrupa'da en çok Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu yaşayan taraftarlar. 16 finalin 10 tanesi sonrasında Milano sokaklarında bir karnaval havası yaşanmıştır. Milano'yu Madrid ve Liverpool izliyor.
  • En Çok Temsilci Gönderen Ülke : İspanya
İspanya Şampiyonlar Ligine tam 12 farklı temsilci gönderdi bu güne kadar. Almanya 10, Fransa 9, İngiltere ise 8 farklı takım ile temsil edildi "Kupa 1"de.
  • En Çok Yarı Final Oynayan Takım : Real Madrid
Real Madrid tam 21 kere yarı finalde yer aldı ve en yakın takipçileri Bayern Münih ve Milan'a 8 yarı final fark attı.
  • Finallerde En Başarılı Takımlar
Nottingham Forrest ve Porto finallerde en başarılı takımlar. Katıldıkları 2 finali de kazanarak bu konuda kırılması zor bir rekora imza attılar. 5 takımın ise tek finalde tek şampiyonluğu var. (Feyenoord (1970), Aston Villa (1982), PSV (1988), Red Star Belgrade (1991) Borussia Dortmund (1997))
  • Finallerin Kaybedenleri
İki takım oynadıkları iki finali de kaybetti. (Stade Reims (1956, 1959)- Valencia (2000, 2001))
  • Geri Dönüşler
2002-03 yılında Newcastle gruplardaki ilk 3 maçını kaybetmesine rağmen gruptan çıkmayı başarmış tek takım. İlk iki maçını kaybedip gruptan çıkan takım sayısı ise sadece 6 (Dinamo Kiev 999–2000, Bayer Leverkusen 2002–03, Werder Bremen 2005–06, İnter 2006–07, Lyon 2007–08, Panathinaikos 2008–09)
  • Lig Maçı Gibi Şampiyonlar Ligi Finali
3 sezonda aynı ülkenin takımları Şampiyonlar Ligi finalinde karşılarşıya geldi. 99-00 sezonunda Valencia ve Real Madrid oynarken, 02 - 03 yılında bu sefer İtalya'daydı kapışma. Milan ve Juventus kozlarını paylaştılar. Son olarak 07 - 08 sezonunda Chelsea ve Man Utd finalde karşı karşıya geldiler.
  • En Golcü Futbolcular
Oyuncu - Maç- Gol
Raúl - 132 - 66
Ruud van Nistelrooy - 86 - 60
Andriy Shevchenko - 115 - 59
Thierry Henry - 113 - 51
Alfredo di Stéfano - 58 - 49
Filippo Inzaghi - 82 - 48
Eusébio - 64 - 46
Alessandro Del Piero - 93 - 44
Fernando Morientes - 104 - 39
Gerd Müller - 35 - 34
  • En Çok Forma Giyen Oyuncular
Paola Maldini 139 kez sahaya çıkarak bu konuda rekor sahibi ancak 132 maçla Raul bu rekoru geçecek gibi görünüyor. 128 maçlı Roberto Carlos ve Giggs en çok forma giyen diğer futbolcular.
  • Birden Fazla Takımla Kupa Kazanan Futbolcular
Clarence Seedorf - Ajax 1994–95, Real Madrid 1997–98, Milan 2002–03 / 2006–07
Marcel Desailly — Marsilya1992–93 - Milan 1993–94
Paulo Sousa — Juventus 1995–96 - Borussia Dortmund 1996–97
Gerard Pique — Man Unt 2007–08 - Barcelona 2008–09
Samuel Eto'o — Barcelona 2008-09 - Inter 2009-10

Bu Bilgiler : www.eufa.com ve http://euro.futbal.org sitelerinden derlenmiştir.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Aurelo ve Türk Futbolunda İspanya'nın Laneti

Dünyanın en iyi futboluna sahip olup o futbolu doğuran toprakların İspanya'yı reddetmesi bir ironi midir bilemedim ama bir kulüpten fazlası olmak için uğraşanların yaptıkları şu an için futbol sanatının en pahabiçilmez eseri.

Bu eserin temelinin atıldığı yerin dahil olduğu İspanya futbolu, Almanya'dan sonra bir devrimi gerçekletirip tarihte 2. kez bir Avrupa Şampiyonasından sonra Dünya Kupasını da kazandı. Kimileri bunu Xaviesta, kimileri ise olimpiyatlarla birlikte başlayan sportif kalkınma hamlesine bağladı ki bu çok daha mantıklı ve doğru.

İspanya'nın sportif başarısını sadece futbola hapsetmek pek çok gerçeği ıskalamak anlamına gelecek. Tenisten, basketbola, futboldan, atletizme pek çok branştaki başarının sırrı aynı. Doğru ve temelden yapılanma.

Pek futbolda Barcelona'nın bu kadar iyi olması La Liga'yı ne şekilde etkiliyor? Çünkü La Liga'dan ülkemize geçiş yapmış futbolcuların genel anlamda büyük bir hayal kırıklığı olduğu ortada. Öncelikle La Liga ile ilgili bir kaç bilgi verelim ve son sezondaki değişimi inceleyelim.

La Liga geçtiğimiz sezon 5 sezonluk ortalamasından oldukça saptı. La Liga'da geçen sezona kadar şampiyon olmak için maç başına 2,03 puan almanız gerekirken geçtiğimiz sezon bu sayı 2,56 ye kadar çıktı.

Küme düşme hattında ise geçen seneye kadar 5 senelik trend 1,052 puandı, ancak geçen sezon bu 0,97 puana kadar düştü. Bu değişim La Liga'nın İskoç Ligine benzemeye çalıştığına işaret ediyor bir bakıma.
Peki dünyanın izlemeye doyamadığı ligin ev sahibinden bizim ülkemize geçiş yapanlar neden başarılı olamıyor?
  • Juan Fran
  • Josico
  • Guiza
  • Guti Hernandez
Bu dört futbolcu -belki Josico hariç- Avrupa'nın en iyi liglerinden biri sayılan İspanya'dan hava limanına inerken onları bekleyen taraftarlar umut doluydu. Bu umudun çok kısa sürede hüzne dönüşmesinde ortak nokta teknik adamlar. - Guti'nin performası bu değerlendirmenin dışındadır.-
  • Del Bosque
  • Aragones
Bu 3 futbolcuyu ülkesinden koparıp İstanbul'a yalnızlık çekmemek için getiren teknik adamlar da İspanyol. Her teknik adamın kendi ülkesinden futbolcu istemesi normaldir ve anlaşılabilir. Kendi dilini bilen tercümana ihtiyaç duymadan düşündüklerini anlatabileceği bir oyuncuya sahip olma isteği lüks görülmemeli teknik adamlar için.

Futbolcuların başarısızlığı hocalarının sistem merakı ile doğrudan ilintili. Del Bosque ve Aragones Beşiktaş ve Fenerbahçe'ye oyuncu yapısına uymayan bir oyun yapısı oturtmaya çalıştılar. Bunun bir diğer örneği de şu anda topun ağzında olan Frank Rijkaard. Bu teknik adam da İspanya macerası sonrası Türkiye'de Galatasaray'a büyük bir devrim yapması umudu ile geldi ancak dönüşüm için gerekli malzemeleri tedarik edemediği için şu anda ligin 2. haftası olmasına rağmen en sıkıntılı hoca görüntüsünde.

İspanyol futbolunun orasına burasına bir şekilde bulaşmış ve sonrasında ülkemize gelen futbolcu ve teknik adamların başarısız olması oldukça şaşırtıcı. İspanya macerasından ülkemizde başarılı sayılabilecek 4 futbolcu hatırlıyorum. Biri Celta Vigo'dan gelen Haim Revivo, diğeri ise Real Sociedad macerasından sonra Galatasaray'a dönen Arif Erdem. Diğer iki futbolcu da UEFA kupası Galatasaray'ın her şeyi Hagi ve Popescu.

Onun dışında aklıma gelen Tayfun Korkut, İbrahim Kaş, Nihat Kahveci, Necati Ateş ve Ersen Martin gibi İspanya'ya giden ve dönüşünden sonra hayal kırıklığı yaratan oyuncular ile dolu ligimiz. Keza eskilerden Baliç de Real Madrid sonrası ülkemizde başarılı olamamıştı.

Büyütmek için resmin üstüne tıklayınız

İspanya deneyimli teknik adamların ortak noktası sistemde ısrar etmelerinin yanı sıra takımlarını kampa almamaları. Bunun son örneği şu anda Schuster yönetiminde Beşiktaş'ta yaşanıyor. İspanya'nın doğrularının Türk futbolunun yanlışları olması ne acı. Bu teknik adamların hepsi aynı düşünce ile yaklaşıyorlar futbolculara. İşine, para kazandığı yere saygı duyan profesyoneller. Oysa ki Türk futbolcusunun hayali Anadolu'dan İstanbul'a gelmek. Tuncay Şanlı'nın yurt dışında oynama isteği bize gerip geliyor. İspanyol spor devriminin belki de bunda etkisi büyük. Çünkü büyük bir yapılanma sonrasında değişen sadece alınan dereceler değil sporcuların spoara bakışı aynı zamanda.

Bunca başarısız örnek varken Aurello'nun Beşiktaş transferi nasıl değerlendirilmelidir bilemedim. Necip'ten süre çalacaksa sonuna kadar karşısındayım bu transferin ancak Ernst ve Necip'in yedeği olacak rotasyonda kullanılacaksa buyursun gelsin. "Türk arkadan vurmaz"ya o yüzden kendisine inanılmaz sevgi gösterilip, taraftarın sevgilisi olacağı söylendiyse yalan söylenmiş. Ama artık Beşiktaş taraftarı Beşiktaş'ın değerlerinden çok futbolcuların değerleri ile ilgilendiği için bu da geçer.

Unuttuğum, atladığım performanslar yahut transferler olabilir. Şimdiden affola. Buraya kadar okuyabildiyseniz tahammülünüze teşekkürler.

22 Ağustos 2010 Pazar

Akıl Oyunları - Beşiktaş'ın Değişimi

Sahada 22 futbolcu ve 3 hakem, kulübelerde ise 20 kişi varken bir maçın hatalardan oluşabileceğini görmemek sadece ahmaklıktır. Hatasızlık beklentisi içinde olmak da ona eş değerdir. Hormonlu beklentilerle "lige en hazır takım" hastalığa yakalanan Beşiktaş'ın sahasında çıktığı ilk maçta İBB'ye yenilmesi sürpriz olarak nitelendirilebilir ancak bu sürprizin pastadan çıkan kızı Ferrari midir acaba?

Gençlik yıllarını CM karşısında heder etmiş herkes kadar ben de bir Fatih Terim bir Mourinho kadar kupa kazandım ancak maç yazısı yazmaya pek girişmedim çünkü 90 dakikada bir maçın kazananını etkileyen pek çok faktör var ve bu faktörlerin hepsine hükmedebilen teknik adamlık yapmayıp peygamberliğini ilan etmelidir.

Beşiktaş'ın başına gelen Tigana'dan beri gelen en güzel şeylerden biri olan Schuster mantelitesini sadece oyuncu seçimi yüzünden eleştrimek sahada ter akıtan, kulübede kafa patlatan herkese haksızlıktır.

Beşiktaş'ın değişen taraftar profilinden bahsediyorsak bunun nedeni bu gün sahada 7 numarası ile arzı endam eden Quaresma, maç gününe kadar "Ha geldi ha gelecek denilen Robinho" ve stada girmek için taraftar onayı bekleyen Demirören'dir. Bugün o değişime uğramış taraftarların maç sonunda "yeter" demeyip içten içe "yetmez" demesi değişimin ilk emaresidir. Bu skor geçtiğimiz sezonun 2. haftasında alısaydı stadın halet-i ruhiyesi muhakkak daha farklı olacaktı.

Saha içindeki değişeme baktığımızda ise sürekli ileride basan, kaleci Cenk'in Ronaldo'dan beri görmediğimiz libero müessesine öykündüğü, defansın orta çizgiye yakın oynadığı, kanatların sürekli işlediği geçtiğimiz sezonun ezberini bozan bir oyun vardı. Defansif oyunun orta alanda ayakta kalmaktan geçtiğini bilen herkes için Necip'in kulübede olması bir sürprizdi ancak Schuster'in sistemi içinde Delgado ve Tabata gibi kağıt üzerinde ve belki de antrenmanlarda topu iyi kullanan oyuncularla topa sahip olma isteği ağır basmaktadır. Klasik teknik adam kafası topu kapmak üzerine çalışır büyük takımlara karşı. Schuster ise topu kaptıktan sonra onu iyi kullanmak gereğini de düşünmüş olacak ki Necip kulübede bir alternatif olarak kaldı ve topu görece O'ndan iyi kullanan Delgado sahadaydı.

2. olarak defans hattını oluşturan oyunculardan Erhan ve Ferrari aksayan yönlerdi Beşiktaş için. Oyun içinde topa sahipken sırıtmayan bu iki futbolcu -ki Erhan topa sahipken de sırıtıyor- top Abdullah Avcı ile kişilik kazanan rakibe geçtiğinde mantalite gereği ileride yakalandıklarından dönüşlerde sıkıntı yaşadılar. Bu sıkıntıların doğurduğu ilk gol Ferrari'ye mal edilsede oyun tarzı olarak seçilmiş şablon kesinlikle maçı izleyenleri tatmin etmiştir.

Schuster için "Sadece kendi oyununu düşünüyor, rakibe göre hareket etmiyor" diye methiye düzenlerin ilk yenilgide faturayı uzattıkları kişi Ferrari ve Schuster oldu. Beşiktaş'ın saha içi kişiliğinin bu denli ağır basması ve gelmeyen gol sonrası maç yazılarının değişmesi skor basını düzeninden kurtulmaya henüz çok var dedirtiyor.

Schuster'in henüz 2. haftada rotasyona gitmesi ise bana Radyospor'daki Blog Futbol programına bağlanan Ali Rıza Beyin çarpıcı sözlerini hatırlatıyor. Bilindiği üzere sezonu en erken açan takım olan Beşiktaş'ın erken form tutması başına iş açar mı diye çok konuşuldu ancak bu haftada yapılan rotasyonun tek mantıklı açıklaması tüm kadronu aynı form düzeyinde tutma çabasıdır.

Beşiktaş üzerine en ciddi şekilde kafa patlatan bloglardan biri olduğunu düşündüğüm Ekşi Beşiktaş'ta şu yazıyı okuyunca yapılan eleştrilerin hepsi bir anda anlamsızlaşıyor. Çünkü sadece tribünler değil saha içindeki futbol da değişim sürecinde ve bu değişim aşağıdaki resimdeki çocuğun bir Avrupa Kupasından ümitli olmasını sağlayacak değişim.

Ama bu yönetim anlayışı ile bu dünya tatlısı çocuk maçlara tek başına gelmeye başladığında sahada alt yapıdan 11 tane genç görürse şaşırmamalı çünkü "hoş gözükme çabasıyla bütün maaşını kozmetik sektörüne aktaran kadınlardan" farkı yok bu yönetimin.

Tek tek futbolcular üzerinden konuşmak ziyadesiyle anlamsız çünkü neyin en olduğu zaten ortada. Zemin konusuna da girmek anlamsız. Stada Medical Park'ı sponsor yapacaklarına zemine Bioxin'i sponsor yapsın yönetim.

Özet geç diyenler için, reklamlardaki gibi değişim başladı. Schuster'in inadı bu değişimin anahtarı. Eline verilmiş kardoyu ve onu göreve getirenleri kurtarmak için çıkarılmış 6+2+2'yi ne şekilde kullanacağı belirleyecek onun ve Beşiktaş'ın geleceğini. Bir klişe ile bitirmek gerekirse; kaybedilen bu 3 puandan çok daha değerli dersler çıkarmalı Beşiktaş.

20 Ağustos 2010 Cuma

Bu Toprakların Savunma Sorunu...

Mahallenin en iyilerinin forvet oynadığı, kötü oynayanların ise defansa hatta kaleye konulduğu bir jenarasyondan gelen benim neslim için "defanstasın" cümlesinin iticiliği inanılmazdır. O zamanın mahalle takımlarını teknik olarak incelediğiz de hepsinin zayıf ve güçlü yönleri aynıydı. Defans kurgularında büyük problem varken, hücüm hatları ise modern futboldan kesitler sunmakta zorlanmıyordu.

İyi oynayan forvet ile kötü oynayan defansın sürekli karşı karşıya olması bir şekilde aradaki farkın daha da açılmasına neden olurdu. Zenginin daha zengin olup fakirin daha da fakirleşmesi gibi.

Defansta olmanın kötü olmak ile eşdeğer anlamlar taşıdığı bir süreçten geçenler bunu kabullenmek ve profesyonel futbol arenasında defansta iyi olmanın önemini kavramakta zorlanır.
Bu gün "büyük" tamlayanına sahip sıfat tamlamalarının tamlananları defanslarının göbeğinde oynayacak oyuncuları sürekli dışarda arıyor. Çünkü defans yapmak bu topraklar için korkmak anlamına geliyor genel olarak. Bu coğrafyanın tezahuratları sürekli "hücum etmek üzerinedir". NBA'de duyduğumuz "defense/defense" sesleri, futbolda söz konusu olamaz. Defans oynamak bile "kontrollü" ve "haddini bilen" oyun yapısı ile açıklanır.

Çünkü defans yapmak, hücum etmeye göre daha organize bir iştir.Sadece bireysel yetenekler değil, takım olma olgusu da önemli rol oynar "defans" yapmakta. Konsantrayon, rakibi tanımak, ondan bir adım önde olmak gerekir. Bir futbolcu tek başına hücum yapabilir ve rakibinde onarılmaz yaralar açabilir ancak tek başına defans yapmak zordur. Hatta abartı gelebilir ancak imkansızdır. Çünkü ofsayttan, kademeye kadar pek çok defansif unsurda kollektif olmak gerekir.

Ancak bizde kollektiflik 23 Nisan'da protokolün önünden düzgün geçmek dışında okullar da verilen birşey değil. Çünkü tek tip insan yetiştirmek için sözleşmiş olduğunu düşündüğüm insalar topluluğu tarafından yetiştirildik pek çoğumuz. Youtube'u kapatan zihniyet ile uzak mesafeden kaleye şut çektiği için cezalandırılan zihniyetin ürünleri kollektif işlerde zorlanırlar. Ha derseniz ki kollektiflik gerektirmeyen diğer olimpik sporlarda çok mu başarılıyız? Değiliz evet; çünkü o sporlarda hem ofans hem de defans aynı anda yapılmak zorunda. Ve biz defans yapamadığımız için o sporlarda da başarılı olamıyoruz.

Konuyu futbolun en üst klasmanına getirisek bu gün ligi ilk beşte bitiren takımların savunma kurgularına bakarsak hepsi dörtlü savunma ile rakiplerini karşılıyorlar. Ve bu beş takımın toplam 10 defans göbek oyuncusundan sadece 3 tanesinin ideal kadrolarda yerli olması başlı başına buraya kadar konuştuğumuz şeyleri doğrular ntielikte.

Ligi ilk 5'te bitiren takımların tamamı her sezon bu bölgeye yerli ya da yabancı transfer yapmış. Fenerbahçe için ideal ikili Lugano ve Bilica'dan oluşurken Beşiktaş bu bölgede Ferrari - Zapo ikilisini kullanıyor Sivok'un sakatlığı sonrası. Galatasaray'da Neill, Trabzonda Glowacki ve Bursaspor'da Stephanov bu sezon takımlarında en çok forma giyecek oyuncular bir sakatlık veya ceza durumu olmazsa. Takımların sürekli tercihlerini yabancı oyunculardan kullanması sonucunda milli takım kadrosunda Gökhan Zan ve ya İbrahim Kaş adı geçince sinirlenmek yerine sorunun temeli adına gerçekçi adımlar atılmasına yardımcı olmak gerekir.

Futbolda gözde olma yeri değildir defans ancak yoksayılamayacak kadar önemlidir. Özellikle sahanın tamamını parsellemeye odaklı 4-3-3 ya da 4-2-3-1 gibi dizilişlerin defans hattını güçlendirmek adına çapa görevini en az 2-3 oyuncuya vermeleri de defansif yapının ofansif yapı kadar önemli olduğunu gözler önüne sermektedir.

Son Dünya Kupasının finalistlerinden Hollanda eskiden yediğinin bir fazlasını atmak için oynarken bu turnuvada attığının bir azını yemek için oynadı ve finale ulaştı.

Ülkemiz futbolunda defans oyuncusu yetişmiyor, yetişse bile düşük kalibreli altyapı hocalarının elinde heba olup gidiyorlar. Arda Turan ve Matteo Ferrari'nin geçen sezon birer hafta ara ile yaptıkları açıklamalar oldukça çarpıcı. İşin teknik, taktik, mental yanını sürekli geri plana atıp yetenek üzerine kurulu bir düzen oldukça sadece Arda gibi Sergen gibi yetenekli oyuncular bu sektörde kendine yer bulabilecek.

Son 10 yılda Türk futbolunda iz bırakmış futbolcuları saydığımızda Alpay Özalan ve Bülent Korkmaz dışında aklınıza gelen başka defans oyuncusu var mı?

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Barcelona'ya Öykünmek - Bir Sponsor Krizi

Hafta sonu maçları izlemek için iştah ve özlemle televizyon başına oturduğumda gördüğüm, ligimizde bir çok Barcelona olduğu. Aslında yanından bile geçmediği. Yıllarca formasına reklam almayan bir kulübün sırf prestij için belki de futbol dünyasında en çok para edecek reklam alanını Unicef'e vermesi gibi bir olay değil ülkemizdeki.

"Futbolu çok seven 100bin kişi bulabilirim" diye grup açsanız facebook'ta inanın bulursunuz. Ama ülkemizde sıfatlar kolay kazanılır ve kazanamak için o onu hak etmenize gerek yoktur. Ertuğrul Sağlam şampiyonluk sonrası gerekli desteği bulamadıklarını söylerken kast ettiği tabi ki sırtını sıvalayıp "yanındayız koçum" diyen godomanlar değil, elini cebine atacak godomanlardı.

Kişiye bağlı zihniyetten sakınmak gerektiği daha önce defalarca vurgulardı herkes tarafından. Kulüplerimizin başkanların egemenliğinde, 2-3 yönetici parası ile yönetildiği günlerin geride kaldığını düşünmeye başlamışken SporToto Süper Lig'in 11 kulübünün anasponsoru yok.

Turkcell'in lige adını vermekten vazgeçmesi ile birlikte sponsorlukları da kısması kulüpleri zor durumda bırakabilirdi yayın ihalesi bu kadar çok gelir getirmeseydi. Turkcell göğüs reklamı karşılığında 600bin $ veriyordu kulüplere. BorgesBlog'ta Bundesliga ekiplerinin forma reklamlarını ele aldığı şu posta göz attıktan sonra görüyoruz ki sponsorluk konusunda henüz emeklemeye başlamışız.

En yüksek bedel 20 milyon € iken en düşük bedel ise 2,4 milyon €. Bundesliga kulüplerinin forma reklam gelirleri 131,50milyon €. Aradaki fark inanılmaz boyutta. Ligin pazarlanması konusunda yayıncı kuruluğun daha çok çalışması gerekiyor. Süper Slow Motion kameralar elbetteki güzel ancak siz bu takımların göğüs reklamlarını ülke içinde tutar, yayınları Azerbaycan'a dahi pazarlayamazsanız, oraya reklam veren firma bulmakta da zorlanırsınız.

Kulüpler 500bin $ karşılığında formalarına reklam bulamazken gözler bir anda 25milyon $ karşılığında lige adını veren Spor Toto'ya çevrildi. Spor Toto kulüplere bir kıyak yapar ve kulüplerin pazarlama departmanları yatmaya devam mı eder yoksa silkelenip kendilerine mi gelirler orası bilinmez.

Bu iş geçen sonra Hollanda takımlardan Az'ın başınada gelmişti. Detay için Flying Dutchman 'deki şu yazıyı okuyabilirsiniz. Ama konunu özü Az'ın sahaya reklam yerinde kocaman "?" işareti ile çıkması. Türk kulüp çizgisine uzak bir davranış olsa da yazıdan da anlaşılacağı gibi yeni sponsorlarını bulmuşlar.

Futbol ülkesiyiz ama futbolun en üst klasmanında 11 takımın sponsoru yok. Bişey demeli mi daha üstüne?

13 Ağustos 2010 Cuma

Hayırsız Evlatlar ve Aykut'un Devrimi..

Aziz Yıldırım, temmuzun 19'unda Hürriyet gazetesinde yayınlanan röportajında yeni hocası Aykut Kocaman için önemli açıklamalarda bulundu.

Fatih Çekirge' nin "Neden şimdi Aykut Kocaman?" sorusuna "Aslında uzun süredir bu düşünce vardı. Ben şimdi bütün taraftarların Aykut Hoca’yı desteklemesini bekliyorum. Bu çok önemli. Eğer Aykut Hoca’yla başarırsak Türk futbolunda yeni bir dönem açılacak. Devrim olacak." diye cevap veriyordu. Bunun üzerine de Çekirge "Nasıl bir devrim?" diye soruyor. Ve işte Aziz Yıldırım'ın müthiş cevabı geliyor."Eğer Aykut Hoca istediklerini yapabilirse.. Ve başarırsak.. Böylece bugüne kadar yabancı hoca arayışıyla giden Türk futbolu yeni bir döneme başlar. Kendi takımından, kendi oyuncuları arasından, kendi altyapısından yetişen yerli hocaların devrimi olur bu. Türk futbolu yabancı hoca baskısından kurtulur.. Dünyanın dört tarafında hoca arayacağımıza kendi içimizden hoca buluruz. Bu da yerli teknik adamların yetişmesi demektir. Yani Türk futbolunun gelişmesi demektir. Devrim budur."

İnanarak mı, hissederek mi veriyor böyle bir cevabı bilmiyorum. Ama kulüplerin sezon öncesi evlatlarına bu şekilde sahip çıkma demeçleri herkesin alışık olduğu bir durum. Özelliklerle kaoslar sonrası başvurulan önemli taktiklerden biridir evlat edinme operasyonu.Takımın aldığı kötü sonuçlar sonrası önce taraftara teknik direktörün kellesi verilir. Ardından o takımın formasını giymiş ve o forma ile şimdi yönetimi tehdit eden taraftarı mest etmiş biri teknik adamlığa getirilir. Yeni teknik adama yumuşak geçiş yapılır. Bir nev-i tampon bölge.

Yeni adıyla Spor Toto Süper Lig'in şampiyon apoletli 28 tane teknik adamı var. 4 sezon bu sevinci yaşayan A.Suat Özyacızı ve Fatih Terim en çok şampiyonluk kazanan hocalar. Ayrıca bu iki hocanın futbolculuk döneminde formasını giydikleri takımı daha sonra şampiyon yapmaları da ilginç birer not.Evlat edinme operasyonlarının ilki 1961 yılında profesyonel ligin 4. sezonunda yaşandı. Yıllarca Galatarasay formasını terleten Gündüz Kılıç, teknik adam olarak takımını 2 sezon üst üste şampiyonluğa taşıdı. Bir sonraki futbolcu teknik adam başarısı için 13 sezon bekledi Türk futbolu. Sancılı geçen bekleyişin sonunda Anadolu devrimi gerçekleşti ve bu devrimin mimarı Ahmet Suat Özyazıcı'ydı.

Daha sonraki zamanlarda Özkan Sümer ve Mustafa Denizli ile bu genelenek devam etti. 1996 yılına kadar oynanan 38 sezonda 9 kez şampiyon olan takımların teknik adamları , daha önce o takımın futbolcusu yani evladıymış.

Bu çizgiyi neden 1996 yılına kadar çizdiğimi elbette anlamışsınızdır. Euro 96 sonrası milli takımlar teknik direktörü Fatih Terim Galatasaray'ın, yardımcı antrenör Rasim Kara ise Beşiktaş'ın başına geçti. İşte o gün Türk futbolu için Aziz Yıldırım'ın söylediği devrimin ilk adımı atılmıştı. 2000 yılının Mayıs ayına kadar her üstüne koyarak ilerleyen Terim ve öğrencileri bir Türk kulübünün ulaştığı en yüksek yerdeydi. Avrupadan bir kupa ile dönmek başlı başına devrimdi.

Aziz Yıldırım'ın 2010 yılında verdiği röportajın neden asında ağzıdan çıktığında hükümsüz kaldığını anlatabildim sanırım. Bundan 10 yıl önce Aziz Yıldırım'ın söyledikleri oldu ama sürdürülebilir olmadı.

Fatih Terim'in görevi 2000 yılında bıraktı. Rasim Kara ile yollar ise 96-97 sezonunun sonunda ayrıldı. O günden bu güne oynanan 10 sezonda 3 sezonda yerli teknik adamlar şampiyonluğa ulaştı. Mustafa Denizli Beşiktaş ve Fenerbahçe ile birer kez, Ertuğrul Sağlam ise Bursaspor ile bir kez kupayı kazandı.

2000 sonrası kulüplerin evlat edinme operasyonları başarıya ulaşamadı.Fenerbahçe, Zeman deneyiminden sonra Turan Sofuoğlu'nu takımın başına getirdi. Ardından 2003 yılında Oğuz Çetin'e bu fırsat verildi ama sabredilmedi. Son olarak ta 2010 yılında Aykut Kocaman takımın başına getirildi.

Galatasaray bu gelenekte sağladığı başarıyı Terim sonrasına taşıyamadı. Lucescu'nun gönderilmesinin ardından takımın başına dönen Fatih Terim, ardından efsane oyuncu George Hagi ve sonra olarak Skibbe sonrası Bülent Korkmaz evlat olarak takıma döndüler. Ama Türkiye'deki tek başarı endeksi "şampiyonluk" olduğundan bu eski futbolcu, yeni teknik adamların takımın başındaki ömrü pek uzun olmadı.

"Evladım diyerek anlından öpülenlerin suratına kapı çarpma geleğinin" öncülerinden Demirören yönetimi. Seba sonrası kaostan sürekli teknik direktör değiştirerek kurtulunacağını sanan 3. bin yılın yöneticleri içinde ilk evlat ithal eden Yıldırım Demirören oldu. Rasim Kara sonrası 9 sezonda 8 teknik adam değiştiren Beşiktaş Del Bosque'yi gönderip İspanya'nın 4 yıl sonraki dünya şampiyonluğunun önünü açarken, Rıza Çalımbay'ı takımın başına getirdi. Atom Karınca sonrası takım Mehmet Ekşi'ye emanet edildi. Tigana sonrası Tayfur Havutçu'nun sorumluluğuna bırakılan takımın 4. evladı Ertuğrul Sağlam oldu. Daha sonra Sağlam Bursaspor'un üvey evladı olarak büyük bir başarıya imza attı.

Futbolcusundan teknik direktör yapıp şampiyon olan iki takımdan biri olan Trabzonspor'un 2000 yılı sonrası teknik adamları içinde önemli Trabzonsporlu eski futbolcular bulunuyor. Sadi Tekelioğlu, Turgay Semerci ve Şenol Güneş son 10 yılda görev alan eski futbolcu yeni teknik direktörler.

Adları gözünüze çarpsın diye kalın yazdığım isimlerim ortak noktası hiç birinin 10 yıllık dönemde bir kez dahi şampiyon olamamış olması. 12 farklı teknik adam içinde sezon bitiren bile yok neredeyse. Başarının, sabır ile övürülü duvarların ardında olduğunu herkes biliyor ancak kısa vadede çok şey bekleyenlerin zümresine dahil olduğumuzdan cesur hamleleri hep kesik kesik yapıyoruz. Eski futbolcunun yeni futbolcular üstünde etkisinin şampiyonluğa yetmediğini son Dünya Kupasında gördük. Futbolculara mesaj vermenin, futbol oynarken pas vermekten tamamen farklı olduğunun pek çok örneği var. Ama yazının başında dediğimiz gibi edinilen evladın tampon bölgeye konuşlandırılması oldukça kolay.

Ertuğrul Sağlam bekleseydi belki tazminatını alıp gidecekti. Daum'a yapılan şark kurnazlıkları Aykut Kocaman'a yapılacak mı yoksa Aykut Hoca olası başarısızlık sonrası istifa et baskısından boyun mu eğecek?

Genelde takımın başına erken getirilen ve haliyle erken gönderilen evlatlarla dolu gazete manşetleri. Yüzlerce kez futbolcu olarak bastıkları zeminin bu kadar kaygan olduğunu kramponları çıkartıp, iskarpinleri giydiğinde anlıyor çoğu teknik adam.

Gelirsek Aziz Yıldırım'ın sözlerine. Küllüyen yalandır efendim. Öncelikle Galatasaray ve Fatih Terim'in başarısına hakarettir. Ayrıca da Türk futbolunda yeni dönem başlamaz. Çünkü hedef şampiyonluk olarak konuşmuştur. İlk tren kazasında makinist değişecek ama raylar ve lokomotif aynı kalacaktır.

Aykut Kocaman'ın olası başarısı devrim yaratmaz ama adının Galatasaray ve Trabzonspor gibi evladıyla şampiyon olanlar kulübüne yazılmasını sağlar.

Şimdi Aykut hayırlı evlat mı olacak hayırsız evlat mı onu göreceğiz.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Mehmet Demirkol: "Simon Kuper'in dünyada tek ünlü olduğu ülke Türkiye"

Mehmet Demirkol bu cümleyi nerede nasıl kurdu bilmiyorum. Benim ise twitter sayesinde haberim oldu.

Aslına bakarsanız doğrudur Mehmet Demirkol. Doğruluğu sonradan anlaşılan spor yorumcularındandır ki Ferrari konusunda ne demişti hatırlayın. Schuster aynı futbolcuyu gönderme çabasına girmiş ama Sivok'un hesapta olmayan sakatlığı sonucunda eli kolu bağlandı.

Neyse konuyu Simon Kuper'a getirelim. "Simon Kuper'ın ünlü olduğu tek ülke" yerine "Simon Kuper'ın en ünlü olduğu ülke" deseydi doğru bir tespit yapabilirdi. Ama iddalı konuşmak zorunda bizim yorumcularımız. Öncelikle Mehmet Demirkol'un önermesine söyle cevap vermek istiyorum, Hollanda'da kendisini tanıyan kitle oldukça fazla. Hatta arada Hollanda gazetelerine makale yazdığında ilk sayfada haberi oluyor. Nereden biliyorsun dersen Dünya kupasına 1 aydan az bir zaman kala oradaydım ve mevcut haberi gördüm.

İspanya ve Fransa Simon Kuper'ın gayet tanınır olduğu ülkeler. Peki Mehmet Demirkol'un bu algısı nereden geliyor ve gerçek mi? Öncelikle Yiğiter Uluğ, Simon Kuper'ın ilk kitabına böylesine bir isim önermeseydi belki de Pascal Boniface kadar tanınacaktı Kuper. Türkiye'deki tanınırlığı "Futbol asla sadece futbol değildir" üzerinden tartışırsak ve bu sözü bir şekilde bilen herkesin Simon Kuper'ı tanıdığını var sayarsak evet Demirkol haklıdır. Ama mesele ünlü olma meselesi ise orada yanıldığını söyleyebilirim.

Türkiye'de son kitabı "Futbolun Şifreleri" 2500 baskı yapan Simon Kuper'ın eylül ayında ne gerçekten ne kadar ünlü olacağını göreceğiz.

NTVland'ın en ünlü yorumcusu Mehmet Demirkol'un bu çıkışı neyin ardından geldi, umarım tekrar yakalarım.

Hiddink'in Kodları..

Hagi, Türk futbol tarihini böylesine güzel motiflerle süslemeseydi Romanya ile oynayacağımız dostluk/hazırlık maçı bu kadar ilgi görmeyecekti. Bir futbol ustasının ektiği tohumların aradan geçen yaklaşık 10 yılda henüz bir meyve verememesi de ayrı bir konu tabi.

Eski milli takımlar teknik direktörü Fatih Terim, reklam filmlerinden arta kalan zamanında düzenlediği basın toplantılarında "milli takım taraftarı" kavramını ortaya attı ve bu eksikliği neredeyse her basın toplantısında yeniden dile getirdi.

Hemşehricilik hastalığının, mutasyona uğramış hali olan kulüpçülük bu düzeyde oldukça, Milli Takım taraftarı oluşturmamız zor görünüyor. Avrupa şampiyonası ve Dünya kupası gibi 4 yılda 20 gün oluşan sinerjiyi bu kavramın dışında tutmak gerekir.

Ne zaman bir milli maç olsa, ilk tantanası kadro seçimi üzerinden yaşanıyor. Hemen kılıçlar çekiliyor ve "X kulübünün Y oyuncusu yerine Z kulübündeki X oyuncu alınmalıydı" gibi eleştiriler başlar.

11 Ağustos'ta Saraçoğlu Stadında oynanacak Romanya maçı öncesi açıklanan kadro, internet sitelerine düşünce ben de bir şeyler söylemek niyetindeydim. Hiddink yaptığı basın toplantısında "Radikal değişikliklerden hoşmam." dedi ancak Gökhan Zan'ın her hangi bir takımda maça çıkması zaten başlı başına radikal bir değişikliktir.

Milli takımlar konusunda 2 ekol vardır. Birincisi Scolari ekolü. 2002 Dünya kupasında kadroyu nasıl seçtiği sorulduğunda "Elimdeki mevcut en iyi oyuncuları alt alta yazarım ve ona göre takım kurarım." demişti. Yani Scolari ve aynı tarzı benimseyenler için önemli olan formda ve iyi oyunculara sahip olmak. Sonra bu patlamaya hazır, formunun zirvesindeki futbolcuları koordine etmek kalıyor teknik adamlara.

Bir diğer ekol ise Fatih Terim ekolü diyebileceğimiz kulüp takımı görünümlü milli takım. Form durumu ne olursa olsun, takımında oynasın oynamasın milli takımda yeri her zaman hazır olan futbolculardan oluşan bu takımların kadro seçimleri her zaman daha çok eleştiri konusu olur. Newcastle'da bir kez bile sahaya çıkamamışken, Emre Belözoğlu Milli takımda kaptan olarak sahadaki yerini alıyordu.
Kazım Kazım, Gökhan Zan gibi takımında oynamayan futbolcular Terim'in en çok eleştirilen seçimleriydi. Başarısız bir Dünya Kupası elemeleri ardından Federasyon kimsenin itiraz etmeyeceği bir teknik adam arayışına gitti ve Guus Hiddink'i göreve getirdi.

Günay Kore'de biyografisi 500bin satan bir teknik adama karşı çıkmanın çok sağlam gerekçeleri olmalıdır. Ancak Romanya maçı kadrosunun açıklanması ile eleştiriler birden ayyuka çıktı. Milli takım stoperi apoleti ile transfer olan Zan, yeni takımda sezonda 9 maç oynayabilirken 3 ayda bir maç yapan milli takımda ise 7 maça çıktı. Yani milli takımın spoteri apoleti sağlam kalırken, yeni takımının üstüne yaptığı planları değiştirmesi gerekti.

Hiddink'i tanımlarken Simon Kuper "Küçük Ego" benzetmesini yapıyor. Egosu küçük, futbol bilgisi ve insanlığı büyük diyor Hiddink için. Ve başarının gelmesinin en önemli nedenlerinden birinin bu olduğunu söylüyor.
Hiddink'in en büyük hatası belki de Fatih Terim'in altında pasifize olmaya alışmış yardımcı antrenörlerine güvenmek olacak. Gökhan Zan'ın lisansında "her durumda milli takıma çağırılır" diye bir not olmadığına göre Gökhan Zan'ın seçimini kim yapar? Gökhan Zan sezonu 9 maçla tamamlayıp milli takıma gidiyorsa, onun yerine milli takımda oynamak isteyen gençlerin motivasyonunu kim yeniden sağlayacak?

Getafe'nin küme düştüğü sezondan bile daha kötü bir sezon geçiren ve İbrahim Toroman'ın form tutması ile kulübeye dönen İbrahim Kaş'ın olduğu milli takımın adelet terazine güvenini kaybeden gençler ya İbrahim Kaş gibi futbol oynamaya çalışırsa?

İsmail Köybaşı takımında İbrahim Üzülmez'i kesemezken siz Mustafa Keçeli'ye "İbrahim Üzülmez'in yedeğini aldık kusura bakma" mı diyeceksiniz?

Bu takım Oğuz Çetin'in seçimlerinden oluşuyorsa fena, yok eğer Hiddink'in takımı ise çok daha fena.

Hiddink'in yılda 1 hafta Türkiye'de geçirecek olmasından rahatsız değilim. Dünya artık çok küçük ve bir tuşla ulaşmadığınız yer yok. Ayrıca Fatih Terim'in yılın 365 günü Türkiye sınırlarında olması da Dünya kupasına gitmemize yetmedi.

Hiddink basın toplasında "Her zaman için modern futbolun gereklerini yerine getireceğiz. Atak bir futbol sergileyeceğiz. Zaten atak olmak, Türk futbolcusunun temel karakterlerinden birisidir.Her konuda fark yaratacağız. Benim takımım da hiçbir zaman defansif özellikli 5 orta saha oyuncusu olmayacak. Ya da hiçbir zaman tek forvetle mücadele etmeyeceğiz.” dedi kelimesi kelimesine. Buradan her maçı kazanmak için oynayacak bir takım seyretmeye devam edeceğiz gerçeği çıkıyor. Terim zamanı takım da kazanmak için oynuyor ama en kolay rakipler karşısında bile bazen bunu beceremiyordu.

Hiddink bir futbol elçisi olarak adalet terazisinin ayarını bir an önce gözden geçirir umarım. Gökhan Zan ve İbrahim Kaş sakatlıkları nedeni ile takımdan ayrıldı ve eğrisi doğrusuna denk geldi.

Ömer Erdoğan'ı onore etmek gereğini kimsenin duymaması ise ilginç..

6 Ağustos 2010 Cuma

Kısa Kısa

* Beşiktaş ve Galatasaray 11'e 11 oynadıkları maçlarda berabere kaldıkları rakiplerini, 2. maçlarda rahat geçtiler ama 11 e 11 kısımlarda kimse rahat değildi.

*Mehmet Battal ve Quaresma golle tanıştılar.

*Demirören/Tribün mütabakatı tamamlanmış oldu.

*Radyospor'daki Blog Futbol programı 2 saate çıktı. Artık 3-4 tane blog tanıtımı, 2 blog yazarı ile bağlantı olacak. Blog tanıtımları için 120 kelimelik yazılarınızı mail atabilirsiniz.

*Akşamları eve dönüş yolunda Lig Radyo'da Ali Ece'yi dinlemek büyük keyif.

*Futbolun Şifreleri 2. baskıyı yaptı. Ama hala okuduğundan fazlasını yazanlar, dinlediğinden fazlasını konuşanlar çoğunlukta.

*Eğer Futbolun Şifrelerini edindiyseniz 7-8 Eylül gibi Simon Kuper'a imzalatma şansınız olacak.

*Cumartesi günü Ntvspor'da "Yenilsen De Yensen De" sezonu açıyor. Bir aksilik olmazsa orada olacağız.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Siz Bizim Fenerbahçelileştirdiklerimizdensiniz...

1995 yılından 2010 yılına kadar geçen sürede Beşiktaş müzesinde şampiyonluk kupası adına çok büyük bir gelişme olduğu söylenemez. Başarının "şampiyonluk" apoleti ile ölçüldüğü futbol kırsalında Beşiktaş'ın yaşadığı değişim aklı selimleri rahatsız etse de Quaresma ve Guti transferleri hiç kimse tarafından "Neden?" sorusuna muhattap olmaz. Bu güne kadar yıldız diye takıma katılan hiç bir futbolcuya sorulmadığı gibi bu iki dünya yıldızı da sorgusuz sualsiz taraftarın bağrında yerini almıştır.

15 yılda 3 şampiyonluk kazanmış takıma kazandırılmış "yıldız" sayısı ise 15'in üstünde. Değişim sancıları ve üstüne biçilen kaftandan kurtulma çabaları içinde kazanılan şampiyonlukların isimsiz kahramanları hiç bir zaman gerekli değeri görmedi.

94-95 sezonunda şampiyon kadronun en yıldız oyuncusu kaleci Aumann'dı. Kırmızı kaleci forması ve şapkası ile kaledeki yerini aldığında oraya yakışıyordu. Fani Madida taraftarın sevgilisi ve Beşiktaş'ta sözleşme uzatan ilk yabancıydı. İzlanda'yı 5-0 yendiğimiz Euro 96 elemenleri öncesi yaptığı tuhaf açıklamalarla bu galibiyete ayrı bir anlam katan Sverisson ise takımın en ağır oyuncusuydu. Televisyonlar bile onun hareketlerini "slow motion" tekrar ihtiyacı duymaz normal hızında verirdi tekrarları. Daum'un kötü yabancı tercihlerinin ilk halkasını oluşturan Sverisson'un şansızlığı golcü olarak gelmesiydi aynı Madida gibi. İşte 95 yılının şampiyon kadrosunun yabancıları böyle.

Uzun süren sessizlikten sonra her galibiyetin ardından yakandığı söylenen 2003 ruhunun aslı Lucescu yönetiminde vücud buldu Süper Lig'te. 100. yıl gazı ile birlikte dönemin en iyi kadrosu kurulmuştu. Kalede daha sonra takım arkadaşları tarafından şike ile suçlanan Cordoba vardı. Kolombiyalı o zaman ki yabancılar içinde ülkesinin milli takımında oynayan ender futbolculardandı. Ronaldo tarihe Beşiktaş'ın son liberosu olarak geçti. Fenerbahçe maçlarının resmi golcüsü olmasının yanı sıra Gökhan Keskin'den sonra en iyi liberolardan birisiydi. Lucescu'dan sonra tandem içinde eridi gitti. En son Yunanistan'da top koşturuyordu. Pancu o zaman ki kadroda dünya yıldızı olmaya aday tek yabancı futbolcuydu belki de. Oynadığı futbolla hem Beşiktaş'ın hem de Romanya milli takımının vazgeçilmez oyuncusu oldu. Beşiktaş'ın namağlup gittiği sezonda Trabzonspor'a attığı gol şampiyonluk habercisiydi. Saraçoğlu panteri daha sonra Bursaspor'un yolunu tuttu. Sessiz sedasız ayrıldı takımdan. Guinti ise o dönemki Beşiktaş yabancıları içinde en kariyerli futbolcuydu. Bu kariyeri de bir süre Milan forması giymesi sayesinde ayakta kalıyordu. Türkiye'deki ilk İtalyan olan Giunti o sezon oynadığı futbolla Tayfur Havutçu'yu bile yıldız yapmıştı. Daha ötesi yok sanırım.

Zago 33 kez Brezilya milli takımında oynama başarısı göstermiş bir futbolcuydu Beşiktaş'a geldiğinde. 5 sezon Roma forması giymenin ne demek olduğunu anlatmaya gerek yok. Yaş-yıllık ücret denkleminin maksimum faydasını Beşiktaş'ta bulan Zago sert futbolu ile de hakemlerin Nouma ile birlikte en dikkat ettikleri oyunculardan birisiydi. Nouma hakkında birşey söylemeyi gereksiz bulup 100. yıl kadrosunun en zayıf halkası Maldarasanu'ya geçiyorum. Kariyerindeki en iyi takımın Beşiktaş olduğunu söylemek yeterli Maldarasanu için yeterli.

5 sezonluk suskunluğun haykırışı ise 2008-2009 sezonuydu. Mustafa Denizli yönetiminde şampiyon olan Beşiktaş'ın yabancıları yine ortalama futbolculardı. Sivok, ertesi zeon gönderilen Zapo, Cisse, takıma 2. yarıda katılan Ernst, Bobo, Holosko, Tello ve kaptan Delgado. Bu oyuncuların kalitesine baktığımızda Zapo, Holosko, Tello ve Delgado ilk ciddi alıcıda takımdan gönderilecek yabancı oyuncular.

Sürekli yerli yabancı kaynaşması ile başarı yakalayan Beşiktaş'a bu sezonlar dışında yıldız adı ile bir çok futbolcu geldi. Carew, Ricardinho, Juan Fran, Ailton, Kleberson, Higuain bunlardan sadece bir kaçı.

Beşiktaş düşük profilli yabancılardan maksimum verim alarak son 3 şampiyonluğuna ulaştı. Şimdi ise gecekondular yıkıldı ve yerine plazalar yapılıyor. Değişen yönetim profili bu sezon transferlere de yansıdı ve dünya yıldızları takıma kazandırıldı. Ellebetteki yıldız futbolculara sahip olmayı herkes ister ancak bu tarz transferler Beşiktaş kimyasına uymayan transferler. Az önce isimlerini saydığımız pek çok oyuncu gibi yeni oyuncularında ilerideki yazıların malzemesi olmayacağını kimse garanti edemez.

Geçen sene Real Madrid'in büyük transferler yapmasına rağmen kadrosunun iskeletini altyapıdan kuran Barcelona'ya boyun eğmesi, Man City'nin Arap yarım adasında fışkıran petrolü transfere aktarması sürdürülebilir başarı anlamında ortaya net şeyler koyayamamak anlamına geliyor.

Bu transferler Beşiktaş değil Fenerbahçe karakterli transferlerdir ve Fenerbahçeye daha çok yakışır. Beşiktaş ne zaman bir "Dünya Yıldızını" takıma katsa kulüp ile futbolcu arasında uyum sorunu oluyor. Bu transferlere kötü demek elbetteki aptallıktır ancak "fark yaratmak" isteyen takımın değil "şampiyon" olmak isteyen takımın transferleridir.

Tribünlerle mütabakat yapmak için yapılan transferler umalım ki uzun vadede sahibine çevrilen silah olmaz.