26 Ekim 2010 Salı

Schuster ile Olacak İş Değil Bu..

Necip ile Onur ile olmaz, illa ki yaşlı başlı kelli felli futbol ulemalarını dinleyeceksin. Onlar ne derse doğru diye düşünüp iki kere düşüneceksin. Senin Madrid'te Barça'da oynadığın kadar onların izlemişliği var. Onlara saygı duyacaksın.

Sevgili Schuster, Ali Sami Alkış'ı bildin mi? Hani "yok ebesinin .. Ali Sami" var ya bu Ali Sami o Ali Sami işte. Kalembaz, kelimelere takla attıran bir edebiyat ile sanat ustası, futbol fikirlerini sunan futbol yorumcusu.

Sen daha yeni tanışıyorsun bu insanlarla burası İspanya değil sayın Schuster ama bekle sana öğretecekler. Bizde futbolcunun yüreğinin teline dokunacaksın yoksa olmaz. Burda futbolcuyu yıkayıp yağlayacaksın yoksa olmaz. Burda futbolcunun moralini yüksek tutmak için "aslan, kaplan" masalları anlatacaksın yoksa olmaz.

İş sadece futbolcularla da bitmiyor Sevgili Schuster. Yönetimde hani abiler varya, sana kontrat öneren, bir kaç gün sonra maskeleri düşecek göreceksin. Birşeyler söyleyecekler basından dinleyeceksin. Sözleşmen fesh edilecek, tercümanından öğreneceksin.

Ha bir de taraftar var. Onunla gelir onunla gidersin burada. Dedim ya burası İspanya'ya benzemez. Dünyanın en önce gelen ve sıfır hata prensibi ile çalışan futbol düzlemi burası. Taraftarın isteklerine cevap vereceksin. Onlara hoş görünmek için bir iki hakeme yükleneceksin, 4. hakeme "mother'ı Fakir" diyeceksin. Sen bunları yapmıyorsan eğer zaten boşuna uğraşıyorsun Sevgili Schuster.

Şimdi soruyorsun, sistem, taktik, disiplin, genç oyuncular, öğrenme, öğretme, yardımlaşma, dinamizim, sabır, sükünet diye değil mi?

Boşver o "Türk Futbol Lügatı"nda olmayan sözcükleri sevgili Schuster. Burda spor, skor için yapılır söylemediler mi sana? Önemli olan Türk Futboluna kazandırdığın futbol anlayışı ve futbolcular değil başında olduğun kulübe anti-futbol dahi oynasan kazandırdığın kupalardır.

Bir gün buradan gideceksin ve ben bütün paramı senin gittiğin yeni kulübe yatıracağım, Del Bosque, Tigana, Gerets, Skibbe, Rijkaard ve niceleri gibi kaybedenin biz olduğu bir dünyada biraz para kazanmaya bakıcaz.

21 Ekim 2010 Perşembe

2009 Model Beşiktaş.

Resim : UEFA.com

Otobüs Ümraniye'den İnönü Stadına doğru yola çıktığında içerdeki futbolculardan sadece 15 tanesi yeşil çimlere basacaktı. Yedek kulübesindeki Rüştü, Ersan, İsmail ve Ali Kuçik yanlarındaki teknik ekipten azınlıktaydı futbolcular olarak.

Son 3 maçında kazanamayan Beşiktaş'ın yine kazanamaması sürpriz olmayacaktı ancak geçtiğimiz sene Beşiktaş'ın sorunu kazanamamaya çabuk alışmasıydı. Yönetimsel sorunların bir anda aza inmiş olması büyün yükü teknik heyet ve futbolcuların omzuna bıraktı ancak bir takımın en iyi oyuncusu ile en kötü oyuncusu arasında makas bu kadar açık olursa sakatlıklar planlamayan zamanlar için baş ağrıtır aynı bu Porto maçı gibi.

Porto'nun 33 yaşında hocası, kaptanını kendisinden büyük diye takımdan gönderdi dedikoduları çıkmış olmasına rağmen futbolcu pazarlama işinde dünyanın en iyilerinden biri olan takımın emanet edildiği hocanın yaşı Türkiye'de hayalbile edilemeyecek kadar küçük. Onlar biz tezatında aradaki farkın sebebi de bu aslında. Onlar için "olağan" olan bizim için hayal. Bizim için en "mantıklı" olan onlar için "demode" ve denemiş.

Beşiktaş bireysel hata kapasitesinin ne kadar yüksek olduğunu yeniden gösterdi. Önce takımın en zayıf halkası Hakan Arıkan'ın hatalı çıkışı ile geri düşen Beşiktaş sonrasında rakibin izin verdiği ölçüde baskı kurdu. Topla çok oynayan ancak sahadaki yaratıcılık eşiğini geçemeyen Beşiktaş için 2. yarıda uygulanan tek taktik Hilbert'i çizgiye kaçırmaktı. Bu hücum çeşitlemesi olarak yararlı bir atraksiyon olabilir ve maç içinde bir kaç pozisyonda bu taktikten reaksiyon alınabilir ancak bunu ana taktik olarak benimsemek Beşiktaş'ın hücum kısırlığını en temek etkeni.

Nobre'nin inatla orta alana inme isteği bana Rusların sıcak denizlere inme isteğini hatırlattı. Binbir zorluk ve maliyete karşılık sonuçsuz kalmış iki girişim. Nobre kaleden uzaklaştıkça hem takımını yavaşlatıyor hem de onun futbolcu olarak olumlu olan tek özelliğini elinden alıyor. Kendisi ile sadece "Duvar" pası yapılan bir oyuncu oldu artık Nobre.

Tek varyasyondan ibaret Beşiktaş taktiği içinde topa sahip olmanın yarattığı placebo etkisi Tabata'nın verimsiz oyununa rağmen taraftara umut aşılamaya devam ediyor. Tabata, Kaptan Tsubasa çizgi filmindeki kötü futbolcu karakterleri gibi sahada dolandı durdu. Beşiktaş adına yaratıcı oyuncu eksiğini kapatmak için kadroya katılan Tabata'nın hatalarla dolu güncelleme bekleyen yazılım gibi biraz çalışıp sonra hata vermesine artık herkes alıştı.

Sahanın en iyileri Ernst ve Necip için söylenecek fazla birşey yok. Belki artık Ernst'in kendini geliştirmesi için geç olabilir ama Necip'in box-to-box orta saha olması için konjektör elinden geleni yapıyor.

4 maç ardı ardına kazanamamak geçtiğimiz sezon için infial yaratmaya yetecek bir durumken bu sezon insanların içindeki umut ağacı her maç biraz daha uzuyor. Schuster yönetimi aldı mı bilinmez ama taraftarı arkasına aldı ve taraftar da takımı yeniden inşaa etmek için gerekli krediyi Schuster'e tanıdı.

Schuster'in takımı biraz makyajlayarak kazanmayı hatırlatması gerekiyor. Hücum çeşitliliği Quaresma ve Guti üzerinden tüm takıma homojen dağılırsa istenen Beşiktaş için ilk adım atılmış olur ve mevcut durumdan Beşiktaş'ı rakiplerinden bir değil yüzlerce adım öne geçirir.

17 Ekim 2010 Pazar

Bazen Yenilmek De Güzeldir...


Yolu benim gibi sürekli Avcılar/Küçükçekmece tarafına düşenler anımsayacaktır harabeye dönmüş ve terk edilmiş binaları. Bazen öyle binalar göze çarpıyor ki, insanlar çaresizlikten orada oturuyormuş hissine kapılmamak elde değil. Beşiktaş'ın geçen seneki yenilgileri de işte aynen bunun gibi çaresizlik hissi veriyordu insana. Her yanından çaresizlik akan, oynadığı futboldan zevk almayan ve "bitse de gitsek" ifadeleri eşliğinden taraftarını kahreden bir Beşiktaş'tan dün gece kaybeden Beşiktaş'a evrilmek zor ama güzel bir süreç.

3 maç arka arkaya kazanamamış bir Beşiktaş taraftarı geçtiğimiz sezon "Yeter" diye bağırırken bu sezon taraftar 3 maçı da kazanabilirdik hissiyle kapattı bu periyodu. Önemli olanın da kazanabilecek oyunu oynamak olduğunu kavramış bir Beşiktaş taraftarı, Schuster ile Beşiktaş'ı bu sezon için olmasa bile gelecek sezon için şampiyonluğun bir numaralı adayı yapıyor.

Güzel bir cumartesi akşamı ben tribünde değildim çünkü stadttan eve dönmek bana azap ve acı veriyor tam anlamıyla ancak sezon başından beri 25-30 bin kişiye oynayan Beşiktaş'ın 15 bin kişiye oynaması sadece Guti ve Quaresma'nın eksikliği ile açıklanabilir mi? Stadı dolduran taraftarların çoğu sanırım kombine sahipleriydi. Öyle demiş Stalker blogunda maçı değerlendirirken.

Maçın teknik ve taktik kısmı ise Abdullah Avcı'nın yaptığını bu sefer yeni hocası ile Manisaspor yaptı. Ancak maçı kopartan bir duran toptan gelen 2. Manisa golü ve hemen ardından Tabata'nın oyundan atılması oldu. Moral olarak çöken Beşiktaş'ın ofansif aksiyonlarında baş rolü Holosko ve Nobre alınca pozisyonlar sonuçsuz kaldı ki Nobre bu sezon ki en iyi oyunlarından birini oynadı.

Son 2 maçtır Schuster'in maçı çevirme hamlelerinin içinde Onur Bayramoğlu'nun olması benim adıma sevindirici bir gelişme. Dün Necip'in Fink'in görevine soyunup, Onur'un hücumu yönlendirmesi ve son 5 dakikada geride kalan dakikalardan fazla pozisyon bulunması da takımın mücadele gücünün ne kadar yüksekte olduğunu gösteriyor.

Bazı mağlubiyetler azaptır adeta ve acıtır insanı. Gönül verdiğin renklerin çaresizliği gözlerini doldurur hırstan. Dün Şeref Bey stadında ki temaşa ise yenilgilerin bile güzeli varmış dedirtti. Takım böyle oynasın yenilse de olur diyenler!! Takım böyle oynadı ve yenildi takımın yanında mısınız?

14 Ekim 2010 Perşembe

Golü de Hiddink mi Atsın?

2010 yılı mesai, saatilerine kurban olan maçlar yüzünden benim için rekor bir yıl. Dünya Kupası, Beşiktaş'ın Avrupa mesaisi ve son olarak Azerbaycan karşına çıkan millilerimizin Euro 2012 eleme karşılaşması.

Kaçırdığım maçları ordan burdan, bölük pörçük izleyip konuşmak pek tarzım olmasa da Azerbaycan maçının özetini izleyip Mehmet Demirkol, Sergen Yalçın ve Mustafa Doğan üçlüsüyle devam ettim. Özette izlediklerim ile konuşulanlar arasında öylesine bir fark vardı ki ertesi sabah gazeteleri okumaktan sakındım. Sakin bir kafa ile yazıları taradığımda ise baktım ki "Golü de Hiddink mi atsın?" noktasına gelmişim.

Hiddink'in benim izlediğim en kötü milli takım jenarasyonuna denk gelmesi de ayrı bir mesele. Dibe vurmuş ve grup liderliği hedefinden oldukça sapmış bir milli takımın yeniden toparlanması sürecinde onu dibe vurduran hocalardan birini orada bırakmak ise nasıl bir anlayıştır, oldukça tartışmalı.

Kişileri tartışmaktan, oyunu ve sistemi tartışmaya gelemediğimizden sorunlara neşter vurma konusunda sıkıntı yaşıyoruz.Bir milli takım hocasını eleştrilebilecek en kısa ve en kolay yol oyuncu seçimi olduğu için ilk patlak oradan veriliyor. Capello'yu tartışmak ne kadar yersizse Hiddink'i tartışmakta o kadar yersiz ancak oyuncu seçimini birilerine yaranmak için yaptığını düşünmek ise tek kelime ile ahmaklık.

Bir sonraki milli maç arasına kadar bir ara vermek ve sakince düşünmek gerekiyor. Hiddink'in de biraz çalışması ve ağırlığını koyması gerekiyor. Plan, proje, sistem, ekol olaylarına hiç girmiyorum çünkü bize çok uzak kavramlar.

12 Ekim 2010 Salı

Hiddink'i Savunmak.

2010 Dünya kupasını Türkiye yok diye zevksiz bulanların hayatlarında kırmızı beyazlı formayı sadece bir kere o futbol karnavalında görmeleri ne kadar da ironik. O ironinin irinleri son Almanya maçı ile gün yüzüne çıkmaya başladı. Dün programdaki iki partnerim Hiddink hakkında atıp tutarken kendimi Hiddink'i savunurken buldum. Söz konusu Aykut Kocaman olunca sabırdan bahsedenlerin söz konusu Hiddink olunca ellerinde mezura, kafa tası ölçmeye başlamaları "tehlikenin farkında mısınız?" diye sorduruyor insana.

Dünyada futbol sürekli değişiyor. Bize anlatılan tekniğimiz iyi ama fiziğimiz yok masalını artık kimse yemiyor. Çünkü hafta sonu 7-8 farklı ülkenin maçlarını canlı izleme imkanına sahipiz. Bir futbolcu gördüğümüzde onu tuttuğumuz takımın forması ile hayal ediyor ve yöneticileri bu oyuncuları ıskaladıkları için suçluyoruz.

Aynı durum Dünya Kupasında Mesut Özil özelinden farklı bir platforma taşındı. Annesi ve babası Türk olan bir oyuncuyu Almanya forması ile fark yaratırken izledik ve mutlu olmak yerine hayıflanmaya başladık. Mesut'un neden bizi seçmediğini konuştuk durduk ama bu ülkede futbolcu yetiştiremediğimiz gerçeğini hep göz ardı ettik. Ama Ntvspor'da yorumculuk yapan Mustafa Doğan için bu kadar konuşmadık. Demek ki iyiyse üzülüyoruz kötüyse umrumuzda olmuyor.

Federasyon'da bu konuyu masaya yatırmış ve çözümü kariyerli bir hocada bulmuş olacak ki Hiddink geldikten sonra kimse Almanya'yı seçmeyecek diye düşünmüş. Bu tabi ki benim hüsnü kuruntum. Peki Hiddink neden geldi?

Hiddink bizi Polonya-Ukrayna ortaklığıyla yapılacak turnuvaya götürsün diye mi, yoksa 2 yıllık bir yapılanma sonrası 20 yıllık bir yenilmezlik zırhına büründürsün diye mi geldi? Ayrıca sözleşmeyi gizlemek ne demek? Kimin hocasını kimden saklıyorsun?

Bu işin para pul kısmında hiç bir sıkıntım yok. FourFourTwo'da Orhan Uluca'nın Almanya futbolu yazısını okursanız/okuduysanız bu işlerin nasıl olması gerektiği konusunda yeterli bilgiye ulaşırsınız. Plan, program, proje amca dayıya iş açmak için mi yapılır bu ülkede?

Hangi plan 1 yıldan fazla uygulanmış ki bu ülkede?

Biz Hiddink'ten ne istiyoruz?

Bizi Avrupalı yapmasını mı? Euro 2012 ye götürmesini mi? Geleceği şekillendirmesini mi? Bunların hepsi bir arada aynı pota içinde eritilebilir mi şüpheliyim? Hiddink'in 3. resmi maçında yerine Türk hoca arıyorsak ve bunu ülkenin önde gelen spor adamları yapıyorsa vay halimize. Basiretsiz federasyonun tek hamlesi Hiddink'tir. Ama Oğuz Çetin'i görevde bırakarak onuda yüzüne gözüne bulaştırmakta gecikmedi. Bu gün Hiddink gitsin diyenleri "Oğuz gitsin" diye okumak gerekir.

Hiddink bu güne kadar bizim gibi bir milletle ilk defa çalışıyor. Çalışmayı sevmeyen, profosyonellikten uzak oyuncular, iş bilmez yöneticiler vs. vs. Siz Hiddink'ten ilk başta saha içinde birşeyler bekliyor olabilirsiniz ama benim önceliğim saha dışında, sahaya gelmeden antrenmanda yaşanacak değişiklikler.

Bekleyip göreceğiz.

7 Ekim 2010 Perşembe

Rijkaard, Arda ve Schuster'in Tombalası / Genç Bloggerlar Rahatsız

Schuster'in tombalasını manşete taşımaktan ve "mal beyanı" diye zeka özürlü bir espri yapmaktan çekinmeyen bir spor basınının yansıttığı haberler üzerinden dünyaya bakmak bizim neslin en büyük sıkıntısı. Okuyan, şüphe duyan, sorgulayan bir güruh olmaya çalıştıkça aslında ne kadar dip olduğumuzu görmekte o kadar acı.

Bir haftada öylesine olaylar yaşandı ki futbol camiasında her biri tek başına başka ülkelerde manştet sıkıntısını ortadan kaldırır.

Rijkaard babasını kaybettiği gün Karabük deplasmanına çıktı. Yedek oyuncuların görüntüleri "hocasının babası ölmüş" refleksinden çok uzak ve o kadar rahatsız ediciyken Ali Ece ve bir kaç kişi haricinde kalanlar Rijkaard üzerinden prim yapma çalışmalarını aralıksız sürdürdüler.

Tam bu furya atlatılmış ve Almanya üzerinden Mesut'a çakma sırası gelmişti ki Arda'nın sakatlığı bunu bir kaç gün öteledi.

Bu ülkede en çok söylenen sözlerden biri de "Sözüm senettir benim" söz öbeği ama bu sözlere göbek bağlayanların sonu pek hayırlı olmuyor. Bu ülkede vergiyi bile öderken "al ben bu kadar kazandım ve bu kadar vergi ödüyorum" anlayışı varken Arda'nın "ben sakatım" dememesi, "ben sakat değilim" demek. Çünkü biz dünyanın en dürüst coğrafyasının bu sıfatı hak etmesini sağlayan insanları sürekli doğru beyan veriyoruz.

Milli takımda sakatlanıp kulübünün verdiği bütün parayı oynamadan alan futbolcuları gördükçe alevlenen sigorta tartışmaları Arda konusunda oldukça fazla profesyonel kalıyor. Çünkü Arda, Türk futbolunun mevcutta en iyi oyuncusu olarak anlıyor ama tam bir amatör.

Almanya maçını kendisi için vitrin gören bir futbolcunun kendi ağlığını sakatlığını hiçe sayıp kendini zormasına anlam verebilen varsa buyursun gelsin konuşalım. Galatasaray Spor Kulübü bile şu açıklamayı yaptı ve öğrendik ki anlatılanların direk Arda ile bağlantısı var. Hiddink, Oğuz Çetin ya da bir başka milli takım antrenörü Arda'ya zorla antrenman yaptırmadı. Arda çıktı kendini zorladı ve sakatlandı. Peki algı da benden Oğuz Çetin ve Hiddink suçlu?

Ve son olarak Schuster olayına gelirsek ben fazla konuşmayacağım çünkü bu haber en hafif tabirle "makatını aşan haber" sınıfına giren bir habercilik refleksi bu. EkşiBeşiktaş'tan RaulGonzales zaten yerekeni yazmış. Ben size oraya alayım isterseniz şu kapıdan. Fanatik gazetesine de şunu sormak istiyorum sadece. Bu haberin altında neden imza yok?

Ben rahatsızım. Türk sporunu, spor gazeteciliğini sıfırlayan, bir elin parmaklarını geçmeyen gerçek gazeteci ve habercilere yaşam şansı vermeyen, gençlerin en kanamaya müsait yerlerini kaşıyarak tiraj derdine düşen medyadan rahatsızım. Twitter'da gördüğüme göre "Genç Bloggerlar da rahatsız." "Özde skor sözde spor" medyası go home.

5 Ekim 2010 Salı

Hiddink'e Teslim Olmak.

Futbol dünyasında ite kaka kendine yer arayan ulusların bu itiş kakış içinde avantajlı hale gelmesinde bir figür var ki dünya futbol düzenine çalıştırdığı takımlar ile çomak sokan Hiddink. Hiddink'i "Yaptıklarını yapacaklarının teminatı" olarak İstinye'de federasyon binasındaki kasaya koyan TFF, "yapmadıkları yapmayacaklarının teminatı olan" Oğuz Çetin ile birlikte 2012 yolunda treni bu ikiliye teslim etti.Milli takım teknik direktörlüğü söz konusu olduğunda "kadro seçimi" seçilenleri ve seçilmeyenleri ile en yumuşak karındır. Eleştriler bu zayıf halkadan yapılır ve eğer bel altı vurulacaksa bu seçimler kulüp bazına indirilerek teknik adamın başı yenir. En son başı yenen teknik adam olarak Ersun Yanal TFF bünyesinde "Futbol Genel Koordinatörü" gibi yuvarlak bir sıfatla dimdik ayakta duruyor.

2012'ye gitmek bizim için asıl amaç mı yoksa "futbol kültürü" ve "ekol" yaratma amacı içinde sadece hedeflerden biri mi? Hiddink'ten ne beklediğini açıklamayan bir federasyon için başarı kıstası nedir? Bunlar merak edilen konular.

Ama ne olursa olsun Türkiye Milli Takımının başında Hiddink varsa ona teslim olmak gerekir. Başka seçenek yoktur. Beni "Türk hekimlerine emanet ediniz" diyen Mustafa Kemal gibi Türk futbolunun da "Beni Hiddink'e emanet ediniz" deme zamanı gelmiştir.Simon Kuper'ın Hiddink ile FT için yaptığı röportajda can alıcı noktalar var. Bunların bence en dikkat çekeni ise Hiddink'in oyunu 3 aşama ile açıkladığı bölüm. "Topa sahip olduğunuz zaman, olmadığınız zaman ve aradaki zaman." Hiddink'e göre, sonuncusu bir takımın diğerine topu kaptırdığı zaman demek ve muhtemelen oyundaki en yaşamsal an. Çünkü futbolda olduğu gibi her alanda kazanmakla kaybetmek arasında ince bir çizgi var. "Kazandım" düşüncesinin parmak uçlarına kadar inen bir karıncalanma ile insanı sardığı anda "kaybettiğini" öğrenmesi yakın tarihin en önemli spor olayı olarak kayıtlarda duruyor.

Türk futbolu için sadece 1996-2000 yılları arasında var olan bir kavram var; "İstikrar". İstikrardan Hiddink'in anladığı sakat da formsuz da olsa hep aynı oyuncuları çağırmak diye düşünülebilir ancak Hiddink'in asıl amacı bu takımı daha "Avrupalı" yapmak. Ama bunun için de bir kredi , yeni denemeler yapmak için zaman kazanması gerekiyor. Tek tek futbolcular üzerinden Hiddink'i eleştirmek bizim açımızdan sosyal bir boşalmadan başka birşey olmayacak çünkü bu eleştrileri bir önceki milli maç serisinde de yaptık ama Milli Takımın 6 puanı var ve ikincilikte çekişeceğimizi düşündüğümüz Belçika'yı geçmeyi başardık.

Türk Milli Takımı Hiddink'e teslim olmalı. Hiddink eleştrilmez değil elbet ama bunu izan ve insaf sınırları içinde yapmak, beklemek ve görmek gerekir ne kadar zor olsada. Akdenizli kimliğimizi, şark kafa yapımızı ve istikrarsız futbol kimliğimizi yeniden çıkartmak için Hiddink belki de son şans.