28 Kasım 2009 Cumartesi

Modası Geçmiş "Tarihi Galibiyetler" ve Altyapı

Çocukluğunda benim gibi "hafta içi" hüsran günleri yaşayan Beşiktaş'lılar için ManU'ya karşı alınan "tarihi galibiyetin" sevinci biraz düşünüce yerini büyük bir soru işaretine bırakmıştır sanırım.

Psg, Barcelona, Chelsea, Liverpool galibiyetlerine birini daha ekledik ve artık spikerlerimize maç öncesi iyi dileklerini sunarken söyleyecek bir takım daha hediye ettik. Galibiyetin sevinci de kendisi gibi inanılmaz oldu bende. Her ne olursa olsun üzerinde ManU forması ile çıkan gençler ve sonradan oyuna dahil olan abilerini yenmek büyük iştir. Bu büyük işi başardığı için özellikle Rüştü'yü kutlamak gerekir. Büyük maçlar öncesi sürekli sakatlandığı ve böylesi maçlarda insiyatif almaktan çekindiğini söyleyenlere bir cevap vermiş oldu sanırım.

Evet, bu kazanılan tarihi bir galibiyet. Nasıl ki "Türk futbolu için tarihi bir gece" klişesine artık alıştıysak bu klişeyi de aşmalıyız. Ben artık tuttuğum takımın "tarihi galiyeti"nin bir kupa kazandıran galibiyet olmasını istiyorum.

Galatasaray için tarihi galibiyet "Arsenal" galibiyetidir. Bu galibiyeti gölgede bırakmadıkça alınan sonuçlar sadece eğlencelik sonuçlar olacaktır.

Fenerbahçe için tarihi galibiyet çeyrek finalde "Chelsea" yi yendiği maçtır.

Transfer bütçesini artırdıkça hedef küçültmek bize özgü birşey olsa gerek.

Şampiyonlar ligindeki maçında hafta sonu oynayacağı lig mücadelesini düşünerek gençlerle çıkan bir Türk takımı görebilecek miyiz acaba?

Kimileri tarafından küçümsense de, "ManU değil U17'yi yendi" denilse de Beşiktaş'ın yendiği bir armadır, bir sistemdir. Alex Ferguson bu kumarı hep Türk takımlarına karşı oynuyor. Masadan 2 yenilgi ve 1 galibiyet ile kalktı şimdiye kadar. Daha önce, zamanla bir fenomen olan Beckham'lı genç kadrosu ile Galatasaray'ı dağıtmıştı Fergi'nin gençleri. Yine garantilenmiş tur sonrasında 40 yıllık ünvanı Fenerbahçe'nin yıkmasına da engel olamadı. Aynı Fergi, gençleri sahaya sürmekten çekinmedi Beşiktaş karşısında da.

Ferguson biliyordu ki Beşiktaş maçından alınacak 3 puanın karşılığında kasalarına girecek paradan daha önemliydi o gençlerin "Düşler Tiyatrosunda" Şampiyonlar Ligi tecrübesi kazanmaları. O tecrübenin maliyeti belki 3 puandı, belki kazanılacak paraydı ancak o tecrübenin marjinal faydası bizim skor basınının anlayabileceğinden kat kat fazla.

Ben tarihi galibiyet istemiyorum. Artık galibiyetleri kanıksamak gerekli.

Benim için tarihi galibiyet, mağlup olsakta sahada Necip'in, Onur'un, Rıdvan'ın olması. Ama zaman geçirmek için kullanılan bir oyuncu değişikliği objesi olarak değil. !

14 Kasım 2009 Cumartesi

Fırat İŞBECER ile Kısa Bir Söyleşi


Yeni başlayanlar için Fırat İşbecer kimdir?

Istanbul Yeşilköy’de doğdum. Semtimde geçen ilkokul yıllarımdan sonra Robert Kolej’e devam ettim. Lise yıllarımda okul gazetesi Bosphorus Chronicle’da yazarken gazetecilik ilgimi çekmeye başladı. Bu yüzden liseden sonra Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni tercih ettim.

Üniversite yıllarında Türkiye’nin ilk teknoloji radyosu olan Radyo Kozmos’ta çalışmaya başladım (Yıl 2000). O günlerde radyoda teknoloji üzerine haber hazırlıyor, roportajlar yapıyor, Pazar günleri “Oldies” isimli programımda da 50’ler ve 60’ların müziklerini (çoğunlukla Rock’n Roll) çalıyordum. Aynı zamanda Hürriyet Gazetesi’nin 15 günde bir çıkan E.Yaşam ilavesinde teknoloji yazılarım yayınlanıyordu.

Yine aynı dönemde okuldan arkadaşlarla kurduğumuz “Verkac.org” adlı Türkiye’nin ilk futbol blog sitesinde yazılar yazmaya başladım.

2004 yılında herşeye bir ara vererek Fransa’da yüksek lisans yapmaya karar verdim. Universite Paris 1 – Sorbonne’da “Jeopolitik” üzerine hem master eğitimi aldım, hem de bir süreliğine bir ekonomik kalkınma enstitüsünde çalışma imkanı buldum.

2006 yılında yurda döndüm, yazılım & teknoloji sektöründe çalışmaya başladım. Aynı zamanda 2006’dan beri her sene yoğunlaşan bir tempoyla Lig Radyo’da Verkaç ve Mart ayından beri SkyTurk’te Total Futbol isimli programlarda boy gösteriyorum.

Radyoculuk çok riskli bir iş. Bazen gülme krizine girip araya reklam yahut müzik girdiğiniz oluyor ve durumu toparlıyorsunuz, peki hiç toparlayamadığınız bir durum oldu mu?

Belki biliyorsunuzdur radyoda 8 saniyelik bir delay mekanizması vardır. Birisi yayında ters bir laf ederse veya küfürlü konuşursa hemen delay’ı devreye alırız. Ama 9 yıllık radyocuyum bugüne kadar taş çatlasa 3 kere delay devreye girmiştir. O konuda kendimi şanslı hissediyorum, tabi Lig Radyo’nun dinleyici kalitesinin katkısı da var bunda.. Benim bugüne kadar yayında kırdığım korkunç bir pot olmadı, ama komik şeyler oldu. Sadri Şener’e “Fenerbahçe’yi deplasmanda yeneceğiz gibi iddialı bir açıklama yapmışsınız” dedim. O da bana “Niye sen Fenerli misin çocuk? Trabzon Fener’i kaç kere yendi senin haberin yok.” Mealinde bir cevap vermişti. Çok babacandı ama ben de o lafımı çevirmek için çok uğraşmıştım.

Bir kere de Lig Radyo’da ilk başladığım dönemlerde AZ Alkmaar maçı öncesiydi, Istanbul’da korkunç bir trafik var ve radyo muhtemelen dinleyici rekoru kırıyor. Mehmet Ayan da bana insafsızca 3 saat yayın vermiş. Ben de o zaman tabi politik dengeleri bilmiyorum, yayında biraz Alex ile dalga geçtim, sallamıyor bazı maçları dedim, koşmuyor etmiyor falan diye şakalar yaptım.. Yayına Şekip Mosturoğlu bağlandı ve resmi kınama verdi bana “Kaptanımız hakkında böyle konuşamazsınız, sizi kınıyorum” dedi.. Ben de şaşırdım tabi, bu sektörde yayında söylenilen iki espri bu kadar ciddiye alınabiliyormuş demek diye..

Yayın saatleri dışında ne yaparsınız? Ve en sevdiğiniz yemek nedir?

Yayın saatleri dışında da çalışıyorum çok yoğun, yazılım sektöründeyim. Ama boş zamanlar anlamında soruyorsanız eğer, haftada 3-4 gün spor salonuna gitmeye çalışıyorum, (yayında pek göstermiyor biliyorum) - evde oldugumda televizyon yerine daha çok internetten spor izliyorum, zira vakit darlığından arzu ettiğim içeriğe hemen ulaşmak istiyorum. Sokakta vakit geçirmeyi severim, Cihangir’de oturuyorum, her haftasonu Beyoğlu civarında olurum. En sevdiğim yemek tabi değişiyor ama Meksika yemekleri severim, Burrito, Nachos falan..

Programa adını veren site verkac.org’un başına gelenlere hepimiz üzüldük peki yayın hayatına ne demen dönecek verkac?

Verkaç aslında cok yalın bir blog sitesiyken işi ciddiye aldık ve portal haline getirmeye calistik. Site kurucumuz Erhun Geyisi’nin burada müthiş bir eforu oldu, hem yazı yazdı hem HTML bilgisini şakıttı hem de editörlük yaptı. Ama bir gün geldi, bakımı çok zahmetli olmaya başladı sitenin... O yüzden vakit ve efor yetersizliğinden kapattık. Aslında ben en basit formatta siteyi tekrar geri getirmek için kafamda planlar kurdum, Erhun şimdi Goal.com editörü olduğu için çok yoğun... Ama bizim ekip muhteşemdir, yine eski editörlerden Mustafa Taha’yı arada NTV Spor’da görebilirsiniz. Ali Murat Hamarat var, Türkiye’de futbol tarihini en güzel yazanlardandır. Nurullah Bakır beni yayında hep arar, kendisi banka müdürüdür aslında.. Tuğrul Akşar 3 tane koca koca endüstriyel futbol üzerine kitap yazdı. Verkaç 2001 yılında kurulduğu için açık ara Türkiye’nin ilk bu tarz oluşumudur ve hepimizin spor kariyerinde çok önemli bir milattır.

Hız tutkunu bir şoför olduğunuz söyleniyor, şehir efsanesi mi yoksa aslı astarı var mı?

Ekşisözlükte mi okudunuz? Eskiden öyleydim ama şimdi trafikte çok usluyum. Trafik sabıkam biraz kabarıktı, ama şimdi problem yok.

Televizyon ve radyoyu karşılaştırdığınızda hangisi sizin için daha keyifli?

Televizyon büyülü bir ortam ve çok etkin.. Ama radyonun da inanılmaz bir temposu var. Radyonun insanlara kazandırdığı yetenekler medyanın her kanalında kullanılabilir. Hazırcevap, hızlı düşünen, akıcı ve doğru konuşan radyocular biraz da ekrana yatkınsa gayet başarılı oluyorlar her alanda.. Radyo bu yüzden mükemmel bir medya deneyimi...

Programa nasıl hazırlanıyorsunuz? Önceden saptadığınız konular var mı yoksa dinleyici etkileşimi mi programa yön veriyor?

Benim hazırlığım bellidir, Türk kağıt baskı gazeteleri okumuyorum, çünkü onların gündemine hapsolmak güzel değil. Hapsolunca da tekrardan kurtulamıyorsunuz, 2-3 tane yazarın gündemi sizin de gündeminiz oluyor. Onun yerine internette Google Reader’ım var, RSS Reader’larım var, 15-16 tane mutlaka takip ettiğim internet sitesi vardır, oralardan müthiş güzel bilgiler çıkıyor. Bunların yanında haftasonları en az 1 maçı stadyumda izlerim. Artık basın tribünü yerine normal tribünü tercih ediyorum zira oyunun havasını en güzel kokladığınız yer orası... Genelde İnönü’ye gidiyorum evime yakın diye, bir de tabi atmosfer orada bambaşka.. Arkadaşlarımın fikirlerine çok önem veririm, onların gündemi benim de gündemimdir. Hiçbiri spor konusunda ihtisas yapmamıştır ama genel hayat görüşleri futbolla ilgili çok farklı yaklaşımlar getirmelerini sağlar.

Radyoda ise dinleyici yayını bazen istediği noktaya çekmeye çalışıyor ama ben pek müsaade etmiyorum, ama bazen kafama yatarsa gündem dinleyiciye göre komple değişiyor.

Yazılı basından teklifler almıyor musunuz?

Bu konu benim en ihmal ettiğim şey.. Mutlaka haftalık düzenli olarak bir yerlerde yazmam lazım ama organize olamadım bir türlü.. Gazetelerden teklif gelmedi ama internet medyasından 1-2 teklif aldım. Bu arada Ali Ece ve Mustafa Sapmaz döve döve bana bir aydır bişeyler yazdırıyorlar.

Hem yerli hem de yabancı spor basınını yakından takip ettiğinizi biliyoruz. Sizce aradaki fark nedir?

Valla yabancı derken hangisi? İngiliz medyası da var, İtalyan, Yunan ve Arap spor medyası da var. Bir de bu medyalarda daha magazin yayınlar var, daha orijinal kaliteli basın örnekleri de var. Her ülkede her tip yayın var kısaca...

Bence Türkiye’de internet çok büyük bir eksikliği kapadı, fikrimce şu anda bloglarla birlikte Türkiye’de herhangi bir içerik eksikliği kalmadı. Hedef bu kaliteli yorumları, içeriği ve çevresinde oluşan medyayı kitlesel düzleme taşımak. IDDAA’nın da bence futbolu uluslararası düzlemde takip etmemiz konusunda inanılmaz katkısı oldu.

Yurtdışında çok güzel araştırmalar oluyor, çünkü arşivleri var ve tarihi istatistiklerde doğru bilgiye ulaşabiliyorlar. Biz hala Gheorghe Hagi’nin Türkiye’de toplam kaç asist yaptığını bilmiyoruz, kaynaklar çelişiyor. Rezalete bakar mısınız? 1996-01 döneminde bahsediyoruz..

Bir de yabancı basın her gün bomba haber peşinde değil. Gazetecilik sadece bomba habercilik değil, hatta artık hiç değil çünkü gazete zaten internet ile yarışamaz ki !! O yüzden gazeteciler artık hikayelerle gelmeli, eski futbolcuların hikayeleri, takımların hikayeleri gibi.. Analiz ve yorum editoryal bir dokunuşla biraz daha ön plana çıkmalı..

Yine yurt dışında yaşamış biri olarak taraftar profillerini karşılaştırdığınızda önemli farklılıklar var mı?

Türk insanı 1990’lı yıllarda futbol ile tanıştı.. Ondan evveli sadece Istanbul, Ankara, İzmir ve Karadeniz bölgesi.. 80’lerde önce 70’lerin ortasında zaten memleketin nufusu 35 milyon ve bu nufusun sadece beşte biri futbolla yakında ilgileniyor. Yani 1975 yılında falan Türkiye’de toplasan 5-6 milyon futbol izleyicisi var. Şimdi bu rakam rahat 25-30 milyon izleyici olmuştur. Neredeyse yüzde 600’lük bir artış söz konusu.. Profil de tamamen değişti, ama 1975 yılından beri gazetecilik yapanların bazıları bence bunu göremiyor.

Yurtdışında ise taraftarlık müessesesi daha oturmuş (Avrupa’dan bahsediyorum) ve daha sağlam bir tarihe dayanıyor. Ama oradaki profil de çok değişken.. Mesela PSG’nin taraftarı hem ırkçı, hem snob, hem zengin, hem fakir, hem göçmen hem değil.. Bunu çok basit Galatasaray’a da uygularız. Özellikle kitle takımlarının profili eskisi kadar net değil.

Türk Milli takımının bir turnuvaya katılıp harikalar yaratırken bir sonrakine katılamaması neden?

Sistem yok. Turnuvalarda hep başarılı olacağız bana göre ama katılabilirsek...Dünyada turnuva başarısının formülü ile turnuvalara katılmanın formülü bambaşka.. Bir kısa soluklu bir heyecan kasırgasında performansı zirveye çıkarıyoruz ama olayı uzun vadeye yaymak çok zor.

Tuttuğu takımı belli etmeyen bir tarzınız var. Hangi takımlısınız?

Belli etmemekten ziyade, takımı söyleyip daha sonra yaptığım her yorumda “ha bak bu herif bilmem ne takımını tutuyor, o yüzden böyle söyledi” önyargısına maruz kalmak istemiyorum. Ama tutmadığım takımları sayarım: Real Madrid, Inter, Manchester United, Olympiakos, Lazio, Roma, Lyon pek haz duymadığım takımlardır.

Hiç maç anlattınız mı?

Evet, 2007-08 sezonunun son haftası radyoda o kadar yoğun bir canlı yayın gündemimiz vardı ki, ben de gidip Kasımpaşa stadında Kasımpaşa – Konyaspor maçını anlattım. Uzaktan sadece kel olduğu için Murat Hacıoğlu’nu tanıyordum rahatça, maçtan sonra dinledim bütün maç Murat Hacıoğlu’ndan bahsetmişim.

Bir de o gün Galatasaray OFTAŞ’ı yenip şampiyon olmuştu, maçtan hemen sonra Ali Sami Yen’e gidip kutlamaları yayına aktarmıştım. Yorucu bir gündü. Spikerlik konusunda iddiam yok ama maç verirsen anlatırım.

İlker Ateş’i kaybettik biliyorsunuz. Birkaç söz söylemek ister misiniz?

Yıllar önce 4. Levent’te bir taksi durağının orada karşılaşmıştım, o zamanların futbolla ilgili öğrencisi olarak soru yağmuruna tutmuştum kendisini.. O kadar güzel cevaplar vermiş, o kadar sempatik konuşmuştu ki benimle.. Hiç unutamam... Daha sonra iki farklı radyoda “aynı saatlerde de denk geldiği oluyordu” program yapmaya başladık. Örnek aldığım sakin tavrı ve barışcıl yaklaşımı Türk spor radyoculuğuna yeni bir hava katmıştır. Nur içinde yatsın..

Sizce Türk futbol tarihinin gelmiş geçmiş en büyük futbolcusu kimdir?

Türk olarak mı? Güzel soru... En şöhretlisi Hakan Şükür şüphesiz.. Ama Tanju Çolak gibi bir golcü herhalde zor gelir.

Sizce Dünya futbol tarihinin gelmiş geçmiş en büyük futbolcusu kimdir?

Bir akış yaparsak bana göre Di Stefano, Pele, Maradona, Zidane diye gider. Benim izlediklerimden Marco Van Basten, Stoichkov, Henrik Larsson, Dennis Bergkamp’ın hastasıyımdır.

Sizce bir takım sadece antrenör nezaretinde takıma antrenman yaptırsa ve takım seçimini internetten taraftarlarına bıraksa, başarı şansı ne olur?

Eğer hakikaten taraftar yapacaksa güzel şeyler çıkabilir, ama mesela Fenerbahçe’nin kadrosunu internetten Galatasaraylılar yapsaydı şimdi Yasin Çakmak banko oynuyordu hala..

Türkiye doğumlu Türk futbolcuların Avrupa takımlarında genel de başarısız olmalarını sadece altyapı ile açıklayabilir miyiz?

Avrupa birliği büyük bir proje ve biz malesef halk olarak bu projenin parçası olarak hissetirilmiyoruz. Türkiye ise gerek nüfusu, gerek gündemi, gerek kimselere benzemeyen huyu suyu ve dili ile biraz soyutlanmış bir yer. O yüzden futbolcular yurtdışında sudan çıkmış balığa dönüyor. Tanju 88’de altın ayakkabı töreninde cümle kuramamıştı, bugün Tuncay en azından tarzanca roportaj verebiliyor. İlerleme var bence..

Fatih Terim’in basın toplantısında “ekol” temalı bir soru sormuştunuz kendisine. Sizce ekol yaratmak için gerekli asgari şartlar nedir?

Fatih Terim kendi göreve gelirken ekolden bahsettiği için sormuştum. Zaten soruya da 15 dakika cevap verdi, demek ki onun da kafasına takılan bir konuymuş. Ekol yaratmak için biraz geç kaldık, dünyada zaten oturmuş ekoller ve modeller var. Ancak Türkiye’nin avantajı Euro 2008’deki karakterinin benimsenmesi olabilir. Daha az agresif ve saldırgan bir şekilde tabi.. “Never give up, never surrender” tarzı bence Türklere ve milli takıma yakışıyor.

Amerika’nın Konfederasyon kupasındaki başarını 2010’da yeniden tekrarlayacağını düşünüyor musunuz?

Ben oldum olası her turnuvada ABD’nin çıkış yapacağını söylerim ama sonunda çuvallarım. Amerika’lılar ne kadar bilimsel çalışsalar da aslında bir eksikleri var. Futbola tarihten gelen bir motivasyonla bakamıyorlar. Onlar için futbol 1970’lerde başladı ve daha adaptasyon sürecinde ve emekleme aşamasında.. Ancak 2 jenerasyon sonra ABD’nin dünyada önemli futbol ülkelerinden bir tanesi olacağını söyleyebilirim. Mutlaka Brezilya ve Arjantin’in federasyonuna dahil olmaları lazım ki elemelerde adam gibi maç yapabilsinler. Meksika ile güzel bir ikili oluyorlar ama CONCACAF biraz bayık... O yüzden CONMEBOL’a geçebiliyorlarsa geçsinler..

Play-off’lardan sonra 2010’a katılacak takımlar netleşecek sizce finali kimler oynar?

Blatter o kadar işgüzar bir tip ki, Play-off’larda neler olacak kestiremiyorum. Ama Bosna ve Irlanda gitsin isterim. Yunanistan da gitsin, onun dışında Rusya da giderse güzel olur bence..

Dünya kupası çok sürprizli olacaktır kanımca, Kore-Japonya’ya benzer fantastik bir güney afrika ortamında maçlar oynanacağı için bence Yarı finallerde ilginç takımlar olabilir ki bence yarı-finalde play-off’tan gelen bir ekip olacaktır. ABD mesela bişeyler yapar ama benim favorilerim, İngiltere, Arjantin ve İspanya.. mesela bir İngiltere – Arjantin finali olsa.. Maradona kupayı tekrar alsa, tadından yenmez mükemmel olur.

Türk takımları şampiyonlar liginde başarı yakaladıkları sezonlarda Süper Lig’te şampiyonluğa ulaşamıyor. Bunca örnek varken gerekli planlamanın yapılamamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Liverpool da buna örnek mesela.. Olay biraz bütçe ve kadro derinliği ile alakalı.. Liverpool hala bir Man U veya Chelsea kıvamında degil. Torres ve Gerrard yoksa takım da yok. Ama Şampiyonlar ligi yerel ligde yüzde 20 performansı düşürüyorsa, bana göre avrupa ligi yüzde 35 falan düşürüyor zira Perşembe 22:05’de maç yapmak bence bir ölüm.. Bu sene sırf o yüzden FB ve GS çok ilerlerlese ve BJK avrupa’dan elenirse, Turkcell süper liginde BJK’nin ilginç bir başarısını daha görebiliriz.

Teşekkürler…..

12 Kasım 2009 Perşembe

Futbol İmparatorluğu Yıkılır Mı?

Dünya üzerinde en global unsur tabi ki futbol. İnsanların futbol üzerinden ve unsurlarından anlatabilecekleri neredeyse sınırsız. Sosyal olarak insanlara statü kazandırmak gibi bir işlevi de var futbolun. Ağzı ile konuşanlar gibi kalemi ile konuşanlar gibi ayakları ile konuşanlarda toplumda kendilerine bir yer ediniyorlar.

Takip edilme ve önemsenme konusunda açık ara en önde olan spor dalı futbol olunca, uluslararası futbol maçlarını milyarlarca insan izliyor. Euro 88'de Hollanda'nın Almanya'ya karşı galibiyeti 2. Dünya Savaşının rövanşı olarak algılandı Hollandılar tarafından. Taktiği ve stratejisi daha iyi olanlar hem sahadan hem den savaş alanından galip ayrılır. Dünya savaşlarının yerini almaya başlayan Dünya Kupaları artık eski politikliğinden uzaklaşmaya başladı. 1978'de Arjantin'in kupayı organize etmek için katlandığı maliyetin faturası gelecek kuşaklara çıkmıştı. Kitlelerin gözlerini stadyumdan ayırmadığı 2 Haziran - 25 Haziran arasında ülkede kaybolan mualiflerin sayısı hiç azımsınacak bir rakam değildi. Her milli zafer sonrası, ülkemizde en uygun "zam" zamanıdır.

Artık futbolun uluslararası boyutu kulüpler tarafından sorgulanmaya başladı. Çünkü dünya futbolundaki yıldızların neredeyse tümü ışıldamaya kulüp takımlarında başlıyor. Gelişen ve değişen iletişim kanalları düşünüldüğünde aslında buna şaşırmamak gerekiyor. Artık Türk futbol severler ve iddaa severler neredeyse 7-8 farklı ülkenin ligini izleme imkanına sahip. Elinizde internet varsa Hindistan Kriket Ligini bile takip etmemeniz için hiç bir sebep yok. Bu kadar fazla seçenek arasından yılda maksimum 10 kere yapılan uluslararası maçlardan yıldız çıkarma olasılığı daha düşük.


Toplam değeri bir ülkenin GSMH'sından yüksek kulüplerin varlığı mı sorgulanmalıdır yoksa bu kadar bedel ödenerek kulüplere kazandırılan futbolcuların ülkesinin formasıyla çıktığı maçta sakatlanma olasılığı mı bu futbol imparatorluğunu tehdit eden en büyük unsurdur? Güney Afrika rezarvasyonu için Bosna-Hersek'i geçmek zorunda olan Portekiz milli takımının kadroya Real Madrid'li Ronaldo'yu çağırması ardından Portekiz ile İspanya hattında yaşanan polemikler aslında kulüplerin milli maçlara ne kadar mesafeli baktığının açık bir örneği. Daha önce cılız şekilde dile getirilen tepkiler ve futbolcuların bir nevi "Fifa müzesinin hiç bir bedel ödemeden sergilenen en değerli parçaları" olma hadidesi kulüpleri fena halde rahatsız etmektedir. Kurallar gereği bir futbolcunun milli takıma çağırılması durumunda bu davete icabet etmesi zorunlu. Zaten bir zorunluğun olması bile başlı başına faşizan bir tutum ancak Fifa Dünya Kupasına ilgiyi canlı tutmak için parasını kulüplerin ödediği, kulüplerin yıldz yaptığı futbolculara ihtiyacı var.

Bir-iki futbolcunun milli maçlarda veya milli takım kamplarında geçireceği sakatlık, kulüpleri ileride futbolcu sözleşmelerine "milli takıma gidemez" maddesi koyacak duruma getirebilir.

Böylesi bir durumda oraya çıkacak iki sonuç var ki oda ya Fifa milli takımlarda yaşanan sakatlıkların zararını ödeyecek ya da kulüpler futbolcularını milli takıma göndermeyecek.

Uluslararası turnuvalardan milyarlarca € gelir elde eden Fifa'nın kulüplere yetiştirme parası vermesi kısa vadede en mantıklı çözüm gibi görünüyor. Bir nevi uluslararası müsabakalar için futbolcuyu kulübünden kiralamak.

Futbolun sosyoekonomik getirelerinden yararlanan milyonlarca insana Dünya Kupası izletmemek imkansız bir durum olduğu için Fifa'nın tuzu, kulüplere göre daha kuru. Messi'yi izlemek için binlerce € ödeyen Barça taraftarına "Messi, Arjantin Honduras maçında sakatlandı, olan sizin paraya oldu" demenin yollarını öğrenmek zorunda kulüpler.

Dünyada intahar vakkalarının, Dünya Kupaları sırasında azaldığını bilmek bile, başlı başına Dünya Kupasının oynanmasını istemek için bir nedendir.

Çünkü futbolun olduğu her yerde "insan" vardır.

5 Kasım 2009 Perşembe

Simon KUPER Röportajım FourFourTwo'da

Bir işe başladığımda herşey yolunda gidiyorsa gereksiz bir huzursuzluk birikir içime. Bu röportaj olayında da öyle oldu.

Oldukça hızlı gelişen mail ve telefon görüşmeleri sonrasında "olur" cevabını aldığımda ayrıca bir de imzalı kitap sözü koparmıştım. Adresimi verdikten 1 hafta sonra elimde olmuştu "Why England Lose". O an için dünya durmuş ve ben dönüyordum sanki.

Hemen okuduğum kitaplarını ve makalelerini taradım ve soru hazırlamaya başladım. İş yerinde mesaimden kısıp bu işe zaman ayırdım. "Alt+Tab" kombinasyonunu bu kadar seri ve başarılı şekilde kullandığım başka bir zaman dilimi olmamıştı sanırım.

Soruları hazırladıktan sonra acaba atladığım bir şey var mı diye tekrar tekrar gözden geçiriken aklıma "futblog" sahiplerinden yardım almak geldi.

Yazdıklarını takip ettiğim, herbirini okumaktan ayrı ayrı zevk aldığım blog sahiplerine konu ile ilgili mail attım. Kimileri döndü, aklındaki soruları paylaştı, kimileri dönmedi. Özellikle Anadoludan Futbol Blog'un sahibi Hüseyin Ataş soruları ile oldukça yardımcı oldu. Onun dışında Petit'in Yeri'nden Yasemin Abla, Ariel Ortega Blog'tan Hasan Muradoğlu, Futbol Sandığı'ndan Tansu Gürsel, Footba11ove'dan Muzo Berberoğlu, Noat SamisA'dan Sahil Demirci, ultras/Movement'tan Sabri, Stalker Blog' tan Burak, Mutlak Gol Pozisyonu'ndan Oğuz Öztürk gönderdikleri sorularla röprotaja değişik bir boyut kazandırdı. Her birine buradan teker teker teşekkür ediyorum. Onlar olmasa bu röportajın bir tarafı muhakkak eksik kalacaktı.

Simon Kuper ile anlaşmamız 10 ile 15 soru üzerinden kısa cevaplı bir röportajtı. Soruları düzenleyip gönderdikten 10 dk sonra bir mail geldi ve "Haftaya çarşamba cevapları gönderiyorum" yazıyordu. Oldukça şaşırmıştım çünkü günlerden Cumaydı ve ben tam 30 soru göndermiştim.

Şaşkınlığımın geçmesi çok sürmedi Pazartesi günü saat onbir civarı gelen email ile kendime geldim. Simon Kuper ilk anlaşmamızı hatırlatıyor ve bu soruların çok fazla olduğunu, 10 tane soru cevaplayacağını söylüyordu. Bu durumda bana düşen bardağın dolu tarafını görmekti. Cevaplayacağı soruları seçerken kendisine en ilginç gelenleri cevaplamasını rica ettim.

Tam söylediği gibi Çarşamba günü cevaplar gelmişti. "Cevaplar ekte. Sorular o kadar güzel ki anlaştığımızdan daha fazlasını cevapladım." yazıyordu.

20 soruya cevap vermişti. Bazılarını kısaca geçmiş bazılarını ise uzun uzadıya cevaplamıştı.

Blog yazmaya Ali Ece'nin blogunu okuduktan başlama kararı almıştım. Kendisinden bu röportajın daha geniş kesimlere ulaşmasında yardımcı olmasını istedim. Kendinden beklendiği gibi FourFourTwo Kasım sayısında bir tam sayfayı bu röportaja ayırdı.

Cevaplardan bir kolaj hazırlayan FourFourTwo ekibinin yanı sıra Anadoludan Futbol Blog'un sahibi Hüseyin Ataş'ın bana gönderdiği kendi sorularının cevaplarıda ayrıca 8 Kasım 2009 günü Cumhuriyet Gazetesinde olacak.

Röportajın tamamını ise Kasım ayının sonuna doğru blogta yayınlayacağım.

Buradan tekrar herkese teşekkür ediyorum.

Röportaj serisi Lig Radyo programcısı ve Total Futbol'un başarılı yorumcusu Fırat İşbecer ile devam edecek.

3 Kasım 2009 Salı

Kabızlığın Sonu..

Maçı kurtarmak için yapılacak son hamle İ.Üzülmez'in yerine oyuna İsmail Köybaşı'nın girmesi ise bunu tek bir açıklaması vardır; acizlik.

Teknik direktörlük kariyerinin en formsuz dönemini yaşayan Denizli basın toplansında toparlanma sinyalleri vermiş olmasına karşın bütün hırsını basın toplansında bırakmış gibi çıktı maça.

Maçın başında topu 2 kere elinden kaçıran H.Arıkan'ın bu ürkekliği Misimoviç'in müthiş şutuna sebep oldu. Bağırsak enfeksiyonu sonucu maç kadrosundan çıkartılan Ernst'in görevine soyunan Uğur İnceman ikinci yarıda kendini sağ kanatta buldu. Asıl mevkisi ortanın ortasında bile sırıtan bir oyuncudan sağ kanatta verim beklemek tam da Mustafa Denizli'ye göre bir şey.
90 dakika boyunca pozisyon üretmekte kabızlık yaşayan Beşiktaş'ın haftalardır bu hastalığın ilacını bulamaması, üstelik doktorun hücüm futbolunun Türkiye'deki temsilcisi Mustafa Denizli olması başlı başına bir ironi.

Ceza alanı içinde Beşiktaş'ın tek şutu, ikinci yarı yerini Tello'ya bırakan Serdar Özkan'dan geldi. Uzaktan şutlarla şans arayan Beşiktaş'ın cılız şutları sonuçsuz kaldı.
Skor yazarlarının 1-0'lık seri galibiyetler sonrasında "Beşiktaş Dirildi" başlıkları bakalım yarın nasıl olacak?

İlk 45 dakikada 157 isabetli pas yapan Beşiktaşa karşılık 191 pas yapan Wolfsburg futbol adına doğruları yapan taraftı ki hem ilk yarıyı hem de maçı önde bitirmeyi bildi. 2. yarı Woflsburg geri çekilince istatistikler Beşiktaş lehine değişti ancak bal yapmaran arı misali sonuç getirmedi. Eskişehir ve Ankaragücü maçındaki Beşiktaş neyse bu geceki Beşiktaş'tı oydu ancak rakip ne Eskişehir ne de Ankaragücü'ydü.
Uğur'dan sağ kanat, Nobre'den forvet arkası, Bobo'dan sol açık, Tello'dan 9,5 numara yaratmaya çalışırsanız hem ayağınızı gelen fırsatı tepersiniz hem de taraftarın "Söylesene biz hocam, takım neden oynamıyor?" sorusuna maruz kalırsınız.

Oyun karakteri olmayan, 3 pası arka arkaya yapamayan bir takımın teknik direktörünün yaklaşık yaklaşık 1,5 senedir takımın başında olmasına rağmen oyun karakterine şekil verememiş olması düşündürücü.
Sürekli hedef düşüren bir takımın oyun karakteri oluşturmadığı takdirde sezonu hedefsiz ve başarasız bitireceği kesin.

Söylesene güzel hocam, takım neden oynamıyor?