31 Mayıs 2010 Pazartesi

Sporvitrini.com Yayında...

"Burada Spor Var" mottosuyla yayın hayatına başlayan genç bir site "sporvitrini". Sporun her dalından doyurucu haberleri içinde barındıran sporvitrini şimdilik emekleme aşamasında ama zamanla özelliklede sporun her dalından okuyucuyu kendisine bağlayacak nitelikte. Ben de elimden geldiğince yazmaya çalışacağım. Özellikle amatör spor takipçileri için başucu rehberi olacak sitede bloglara da yakın zamanda bir bölüm ayrılacak.

Keyifle okumanız dileği ile.

25 Mayıs 2010 Salı

Lost, Ezel, Futbol, Popülizm

Lost 6 sezon sonunda nihayete erdi. Koskoca adayı tıpayla, paralel evreni arafla açıkladılar. Jack'in açılan sağ gözü ile başlayan hikaye yine kapanan sağ gözü ile bitti. Final bölümünü izlemeden önce Ezel'i izlemek için televizyonun başına kurulduğumda kumanda ile kanallar arası dans etme alışkanlığımın bu sefer beni mutlu etmeyeceğini fark etmem uzun sürmedi. Çünkü izleyecek bir maç, çözümlenecek bir taktik yoktu. Yeniden Ezel'e döndüm.

"Hızlı giden atın boku seyrek olur," sözünü ilk duyduğumda Ezel o zaman televizyonda Miroğlu diye bile boy göstermiyordu. Evet hızlı giden bir attı. Aynı Lost'u alıp 1 haftamı 14 inç ekranın başında harcadığımda ki ruh halini yaşatmıştı bana ilk bölümlerde. Ama gel zaman git zaman hem Lost hem de Ezel bende izlemese de olur, yapacak daha iyi şeylerin olmadığı anlarda hoş vakit geçirtecek şeylere dönü.

Beni sıkan şeyin toplumun geniş kesimlerini kucaklamak adına yapılan senaryo değişikleri olduğunu anlamam fazla uzun sürmedi. Evet sanat için sanat ve halk için sanat safhasını geçeli çok olmuştu ve önemli olan reyting için sanattı. Televizyon programlarının HIV'si olan reyting nice dağları devirdi ki sadece para için yapılan bu dizilerin ister ABD'de olsun ister ülkemizde reyting kaygısından uzak olması beklenemez.

Dün Ezel'i izlerken ister istemez kumandayı NTV'ye kodladım önceki yıllardan kalma bir alışkanlıkla belki "90 Dakika"'yı izleyebilirim diye. O anda futbol düştü yine aklıma. Televizyon aptal kutusuydu ya peki futbol neydi? Temelinde ikisi de bir gösteri ve izleyicilerin cebindeki paradan besleniyorlar. İzleyici dediğimiz halk kitlesinin istediklerine göre hareket etdilmediğinde onlarda cebindeki parayı harcamaktan vazgeçebilirler.

Futbol kulüplerini yönetenler de taraftarlarının övgüsüne mazhar olmak için onların istediklerini yapmakla yükümlü sayıyor kendini. Hatta taraftarın nabzını tutan yöneticiler aynı işi yapanlardan "iyi" sıfatı alarak ayrılıyor. Örneğin Beşiktaş bu sezonun başarısızlığını silmek için Quarezma bombasını atıyor ortaya, Aziz Yıldırım hedefe Rüştü'yü koyuyor, Galatasaray gönüllerin teknik adamı Terim ile flört ediyor. Tüm bunların sebebi de Ezel'deki sulanmanın, Lost'taki anlamsız finalin sebepleri ile aynı. Toplumun geniş kesimlerini kucaklamak adına yoldan sapmanın uzattağı yolu tamamlayamayacağını anladıklarında hızla en kısa yoldan varış noktasına gitmeye çalışıyorlar. Bu hızlı yolculuk sayesinde ister istemez hatalar ihlaller oluyor be o ana kadar memnun etmeye çalıştıkları dahil pek çok kişiyi memnun etmekten uzak bir noktada buluyorlar kendilerini.

Lost bitti, Ezel sulandı, futbol dünyası şike, teşvik tartışmalarından geçilmiyor. Ama hepsi halk için. Halkı memnun etmek için.

20 Mayıs 2010 Perşembe

Transfer Sezonu Öncesi Genç Öğütme Makinası Beşiktaş

Maçlar bitti ve sıra geldi transferde tutturmaya. Aslına bakarsanız zor değil. Geçen transfer döneminde gazetelere nazire olsun diye yazdığım bu yazıda ben bile bir transferi tutturdum. İşin şirazesinden çıkacağı şimdiden belli. İddaa bu transfer haberlerine de bir bülten açsa hiç fena olmaz.
Gelgelim kağıt üstünde başaralı sahada başarısız transferlerin odağındaki takım olan Beşiktaş'a. Kim transfer hamlelerini -misal İsmail Köybaşı- gelecek adına büyük bir yatırım olarak gördüğümüz takım kimi zaman da günü kurtaracak doğru adamları alıp ondan yararlanmasını bilmiyor. Son 3 seneye baktığımızda Ernst ve Ferrari dışında isabetli transfer yapmayan Beşiktaş için bazen gidenler gelenlerden daha önemli oluyor.

Transfermarkt.de fiyatları biraz uçuk göstersede transferleri ve dedikoduları takip etmek için oldukça iyi bir site. Geçmiş sezonların gelen giden futbolcularını görmek için de birebir.
Beşiktaş'ın son 3 sezonda yollarını ayırdığı yerli futbolculardan bir kadro hazırladım. Kadro tamamen yerli oyunculardan kurulu. Bu oyunculardan kurulacak takıma 5-6 kaliteli yabancı transfer yapılırsa Avrupa Kupalarını zorlar.
Kaleci : Ramazan Kurşunlu

1981 doğumlu kaleci Altay'dan Beşiktaş'a geçtikten sonra takımın başına gelen Del Bosque'den formayı kaptı ve Cordoba'yı kulübeye gönderdi. Real Madrid'e Casillas'ı kazandıran Bosque'nin zamansız gidişinden sonra Rıza Çalımbay kaleyi tekrar Cordoba'ya teslim etti. Ramazan bir daha Beşiktaş kalesinde şans bulamadı. Diyarbakır, Ankaraspor maceralarından sonra şu anda Karşıkaya kalesinde Süper Lig'e yükselmek için "play-off"larda mücadele ediyor.
Sağ Bek : Serdar Kurtuluş

Futbola Bursaspor altyapısında başlayan 1987 doğumlu oyuncu yılın genç yeteneği olarak geldi Beşiktaş'a. Sağ bek mevkisinde çekilen dertlerin dermanı olması beklenirken Tigana ondan savaşçı bir orta saha oyuncusu yarattı. En büyük özelliği çabuk öğrenmek olan Serdar her gün futbolunun üstüne koyarak Milli Takıma kadar yükseldi. Tigana'nın şarap bağlarına dönüşü ile düşüşe geçen Serdar ne Ertuğrul Sağlam'dan ne de Denizli'den formayı alabildi. Geçen sezon sessiz sedasız İsmail Köybaşı transferinde kullanıldı.

Sol Bek : Aydın Karabulut

Türk futbolunun en sıkıntılı mevkisi sol bek olduğu için Beşiktaş bu mevki de pek genç oyunu harcamamış. Gelenleri de İbrahim Üzülmez'in eskittiği düşünülürse Mehmet Sedef'in yerine Aydın Karabulut'u yazmak daha iyi olacak. 1988 Berlin doğumlu gurbetçi 2006 yılında takıma katıldı. Ümit Milli takımda gösterdiği başarı her Beşiktaş taraftarının iştahını kabartıyor, kırmızı-beyaz forma ile gösterdiği performansı siyah-beyaz forma ile göstermesini istiyordu. Denizli ona şans vermedi, Yusuf transferinde Bursaspor'a gönderildi ama Aydın bunu kabul etmedi. Takıma dönmesine rağmen antrenman oyuncusu olmaktan öteye geçemedi. Sezon başında Ankaraspor'a gönderildi. Hala çok klas bir oyuncu.

Stoper : Erhan Güven

Bonservisi elinde diye alındı, İbrahim Kaş gelene kadar sağ bekte görev aldıktan sonra devre arasında Antalyaspor'a yollandı. 1982 doğumlu olması en büyük handikapıydı.

Stoper : Tuna Üzümcü

Ertuğrul Sağlam'ın isteği ile Gençlerbirliğin'den alındı. Yine Ertuğrul Sağlam'ın isteği ile Bursaspor'a gönderildi. Fazla forma şansı bulamadı. 2009 / 2010 yılı şampiyonluk madalyası sahibi.

Sağ Kanat : Serdar Özkan

Beşiktaş altyapısının yetiştirdiği 2 futbolcudan biriydi uzun süredir takımda olan. İnönü'de topu her ayağına aldığında küfür yedi. Girdiği pozisyonlarda heyecandan topa vuramadı. Kanatsız Kartal'ın tek kanada benzeyen adamıydı. Çırpınışları uçmaya yetmedi. Şans buldu değerlendiremedi, bazen şans bulamadı. Hep fazlası istendi ama hiç fazlasını istemedi. Zaten adam olmazdı(!), Galatasaray'a gitti.

Sol Kanat : İbrahim Akın

2004 yılında Altay'dan geldi. Herkes ondan çok şeyler bekliyordu. Hızlıydı, harika bir sol ayağı vardı, gençti. Geleceğin yıldızıydı. O da Serdar Özkan gibi olmadı. Ten uymadı, doku uymadı. Hızının kurbanı oldu çoğu zaman. Öylesine hızlıydı ki top gerisinde kalıyordu. Kendine güveniyordu ama topu doğru zamanda ayağından çıkartamıyordu. İstanbul Belediye'de Abdullah Avcı'nın vazgeçilmez adamı oldu. Hala klas futbolcu statüsünde yer alır benim gözümde. Galatasaray'ın potansiyel transfer hedeflerinden biri olablir.

Orta Saha : Fahri Tatan

Takımdan gönderildiğini yurtdışı kampında öğrendi. Zaman zaman saman alevini andıran bir oyun oynasada istikrardan uzaktı. Bulunduğu mevki en çok tansfer gören yerden biri olduğu için rotasyona bile giremedi zaman zaman. Pahalı transferlerin oynama zorunluğundan çeken isimlerden biri oldu.

Orta Saha : Burak Yılmaz

Antalyaspor'dan geldiği sezonun ilk maçında Tigana'nın verdiği görevi öylesine kusursuz yerine getirmişti ki herkes "milli takım sağ kanadını buldu" diye düşündü. Konya maçında eliyle düzeltip attığı gol sonrası yaşadığı sevinçte en ufak bir utanç emaresi bile olmaması traftarın gözünden düşürdü. Tigana'nın öğretici hoca özelliğini gerektiği gibi kullanamadı. Çıkışı kadar inişide hızlı oldu. Holosko transferinde sezon ortasında Manisaspor'a verildi. Hala ilk maçındaki performansını hatırladıkça ne kadar iyi bir futbolcu olabileceği gelir aklıma. Bursaspor'u şampiyon yapan golü atması belki de futbol kariyerinin en önemli olayı.

Forvet : Gökhan Güleç

Tigana tarafından Denizlispor'dan gelen genç oyuncu o sezon takımın Bobo ile birlikte yıldızıydı. Belki adı Gökhan değil Bobo olsaydı hala takımdaydı. Uzun soluklu istikrar gösteremeyince geldiği takıma geri gönderildi. Tigana'nın varlığı ile var, yokluğu ile yok olan oyunculardan fazlası olamadı.

Forvet : Batuhan Karadeniz

Soyadı gibi hırçın ve dalgalıydı. 16 yaşında Manchester City istediğinde "iyi oynarsa niye sattın diye hesap sorarlar" diyenler tarafından hep dışlandı. Yaşından büyük ve olgun davranması beklendi. 17 yaşında, maaşlı bir işte çalışsa 10 yılda kazanacağı paraya sahip olmasının bozduğu psikolojisini anlamaya çalışan olmadı. Milli takımın en önemli başında sahadayken 3 gün sonra Beşiktaş'ta kulübede bile yoktu. Adam olmaz denilerek, uğraşmaya değmez denilerek Eskişehirspora gönderiledi.
***

Tüm bu futbolular öyle ya da böyle belli bir kalibrenin üstünde oyuncular olarak geldi Beşiktaş'a. Kimisi oynadığı futbolla ilk 11 eşiğini aşamadı, kimisinin suratına bakılmadı, kimisine sabredilmedi. Batuhan, Serdar Özkan, Serdar Kurtuluş, Aydın Karabulut, İbrahim Akın her hocanın takımında görmek isteyeceği futbolcular, Beşiktaş hocaları hariç. Diğerleri için ise söylenecek fazla birşey yok. Kimisi hak ettiği için gitti, kimisi egoların kurbanı olarak.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Ameliyat Masası | Fenerbahçe | 8+8=2

Son dört sezonda dört farklı şampiyon çıkartan bir ligin üç sezonunda Fenerbahçe ilk ikideydi. Dramatik Denizli maçı sonrası gerekli hamlelerle ortaya konan doğruların meyvelerini yemek adına yapılanların mimarı en başta Aziz Yıldırım'dı. 2009-2010 sezonuna başlarken koyduğu üç sezonda üç şampiyonluk gibi iddalı hedef kurgulanmış bir lig yaşacağımız kanısı uyandırdı Fenerbehçeli olmayanlarda. Sezon sonuna doğru alınan tek farklı, rakip takım kalecisini ön plana çıkaran galibiyetler sonrası kaçan şampiyonluğunun muhasebesi yapılırken Aziz Yıldırım'ın gündem maddesi yine bir kaleciydi. Ne kadar ironik olsa da kendi yanlışlarından tek söz etmeden kaçan şampiyonluğu Fenerbahçe dışından 3-5 isme yüklemek ve istifa etmemek yine de saygı duyuması gereken bir tercihtir çünkü bu tercihi yapan kişi 100 yıllık saygıdeğer bir takımın başkanıdır.

Denizli maçında kaçan şampiyonluk sonrası takımdan gönderilen Daum'un tekrar takımın başına getirilmesi verilen sözün yerine getirilmesi için atılan ilk adımdı. Ülke futbolunu ve Fenerbahçe'yi tanıyan bir hoca ile ülke sınırlarında bir başarı isteyen yönetim, 2 sezondur gelmeyen şampiyonluğun bu sayede geleceğini düşündü.

Bu tercih çok tartışıldı. Takımın başında yer aldığı sürede Avrupa'da başarının yanından bile geçemeyen bir hoca ile yeniden anlaşmanın vizyon eksikliği ve günü kurtarma operasyonun bir parçası olarak görüldü. Avrupa Ligi ilk maçında Hollanda'nın o zaman şampiyon olacağı düşünülmeyen şampiyonuna karşı Saraçoğlunda alınan mağlubiyet Daum karşıtlarının elini güçlendiren bir sonuçtu.

Ama annemizin liginde işler gayet iyi başladı ilk sekiz haftada alınan sekiz galibiyet ve en yakın rakibe atılan 5 puanlık fark tercih anlamında doğruların yapıldığını gösteriyordu. O zamana kadar Aykut Kocaman'ın Daum ile sorunları henüz ortaya çıkmamış, Dos Santos Brezilya Milli Takımının oyuncusu ve Baroni, Aurello'dan daha iyidi. Olumsuz görüşlerin üzerinde toplandığı tek isim, medyanın oklarının hedefindeki "Okçu" Guiza idi. La Liga'nın gol kralı apoletiyle İstanbul semalarında süzüldüğü sırada onu karşılamak için hava alanında bulunan taratarların ruh halini 2 sezonda altüst eden bu adam, attıklarından çok kaçırdıkları ile hatırlanacak.

Sezona bir önceki şampiyon Beşiktaş'ın transferde havasını söndürerek başlayan Fenerbahçe, Mehmet Topuz'un üzerindeki siyah beyaz formanın rengini bir anda sarı laciverte çevirdi ve sezonun başında Demirören ve yönetimini paniğe sevk etti. Bu panik sonrası yapılan kronik yanlışların Beşiktaş'ı yarış dışında bırakacağı daha ilk haftalarda belli olmuştu. 8. Hafta sonunda Beşiktaş ile Fenerbahçe arasındaki puan farkı tam 12 olmuştu ki henüz iki takım karşılaşmamıştı bile. Geriye geçilmesi gereken bir takım kalıyordu; Galatasaray. 2 maçtan 6 puanı hanesine yazdıracağından emin olan Fenerbahçe için yol düz ve temizdi artık.

Ankaraspor'dan alınan Özer'in sakatlığı geçiyor, ipod gazisi Kazım'ın, DNA'sı Daum'un elinde yeniden kodlanıyordu. Bilica, 2 sezonluk Sivas macerasında ziverveye oynayan bir takımın havasını soluduğu için Lugano'nun eksiklerini tamamlama konusunda hiç zorluk çemiyordu. Bekir İrtegün yedek kulübesindeyken zorluk çekse de sorun olmazdı diye düşünüyordu herkes. 6 yeni transfer ve bir hoca değişikliğinin mevyelerini müjdeleyen çiçekler açtığında henüz 8. haftaydı.
9. hafta ile başlayan puan kayıplarının ilki geldiğinde herkes buna bir kaza diyordu ancak zincirleme bir kazaya dönüşmesi fazla uzun süremedi. Sonraki 9 haftanın 5'inde puan kaybeden Fenerbahçe'de kazan kaynamaya başladı. Özellikle Daum ve Aykut Kocaman arasında sürekli yalanlanan bir sorun yumağı basında manşetleri süslemeye başladı. Devre arası transferinde Galatasaray ardı ardına elinde patlayacak bombalar patlatırken Fenerbahçe'nin suskunluğu, Aziz Yıldırım tarafından "Büyük takımlar devre arasında transfer yapmaz," diye açıklandı. Ama bir transferle küçük olunmaz diye düşünmüş olacak ki Aziz Yıldırım, Burak Yılmaz karşılığında Trabzonspor'dan Gökhan Ünal'ı transfer etti. Bu transfer ile Daum'a Guiza için Semih'ten başka bir alternatif sunmak niyetindeydi yönetim.

2. yarının başında Denizli ve Sivas galibiyetleri sonrası başlayan serbest düşüş 4 hafta sürdü. İlk yarının 7. haftasında en yakın rakibinin 3 puan önünde lider olan Fenerbahçe 2. yarının 7. haftasında ise liderin 4 puan gerisinde averajla 3. sıradaydı.

Bu kayıp sürecinde Fenerbahçe genellikler maçlarında öne geçiyor ancak skoru rahatlatacak skoru üretmekte zorlanıyordu, bu zorlanma sırasında düşen fizik güç maçın son dakikalarında karabasan gibi gollerin yenilmesine sebep oluyordu.

Daum ve Koch takıma gerekli fizik gücü veremediği için Guiza ise gol atamamaya devam ettiği için eleştiriliyordu. Kontra atak oynayan bir takımın golcüsünü transfer ettiği için Aziz Yıldırım'ı eleştirmeyi unutanlar, Semih'i oynatmayan, Kazım'ı gönderen ancak yerini dolduramayan Daum ve kurmaylarını ise pas geçmiyorlardı.

İlk mağlubiyetini aldığı Gaziantep'u bu sefer evinde yenerek çıkışa geçen Fenerbahçe için ardı ardına gelen galibiyetler şampiyonluğun habercisi gibiydi. Puan kaybı yaşanan maçlardan farklı olarak Fenerbahçe artık gol yemiyordu. En son 23. haftada İstanbul Büyükşehir Belediye'den gol yiyen Volkan'ın üstün performansı takımın şampiyonluk umutlarını son haftaya kadar taşıdı.

Futbolun ilginç bir oyun olduğu aşikar, zaten bu yüzden seviyoruz değil mi futbolu? 24. hafta ile 34. hafta arasında sadece 1 gol yiyen Fenerbahçe'nin şampiyonluğuna yenen o "bir" golün sebeb olması futbolun "kahpeliği" olarak adlandırılsa da o golün Gökhan Ünal'ın yerine Trabzonspor'a verilen Burak Yılmaz'dan gelmesi sadece bir tesadüf.

Daum'un Denizli'de kaçan şampiyonlukta bir gole ihtiyacı varken Anelka'yı kulübede oturtması ne kadar eleştrildiyse, yine bir gole ihtiyaç varken Guiza'yı sahada tutması o kadar eleştirildi. Guiza bu sezon Alex ile birlikte takımın en golcü oyuncusu ancak attığı gol sayısı sadece 11. Ortalama bir Fenerbahçe forvetinin 15 golün altında atması başarısızlık olarak nitelendirilken Daum'ın bu oyuncuya verdiği şansı abartması nedendir acaba?

Sezon ortasında Fenerbahçe'den ayrılan Colin Kazım ve Roberto Carlos'un Semih Şentürk'ten fazla ilkonirde oynadığını düşünürsek Aziz Yıldırım, Rüştü'yü, Melih Gökçek'i, medyayı bırak kendi içine bakmalıdır.

Fenerbahçe ilk sekiz ve son hafta hariç sekiz haftayı kazanarak şampiyonluğu kıl payı kaçırdı. Bu seriyi 8-9 ya da 9-8 olarak geçseydi bu gün konuşulanlar farklı olacaktı.

Bu sezon Fenerbehçe için kaçan sadece şampiyonluk değil aynı zamanda Şampiyonlar Ligi biletidir. Lig 2.liğinin sağladığı Şampiyonlar Ligi bileti uzun ve dolambaçlı bir yolu işaret etmektedir ve maalesef rakipler, hem kağıt üstünde hem de sahada ligimizin tüm takımlardan daha güçlüler. Gruplara kalmanın getireceği sadece maddi olanaklar değil transferde kulaklara fısıldandığında güçlü bir etki yaracak sihirli bir sözcüktür.

Aziz Yıldırım sezon sonu basın toplasında mealen demiştir ki "Galatasaray şampiyon olmuş olsaydı istifa ederdim ama Bursaspor şampiyon olduğu için buna gerek yok. Hoca gider ben bir iki lafla gündemi değiştiririm. Hakemler hakkında konuşmuyorum arkadaşlar, soyunma odasında direk kendileriyle konuşuyorum."

Son bir söz Aziz Yıldırım'ın doğruları söylemiyor olması doğruları yapmıyor olmadığı anlamına gelmez. Model yanlış olsaydı ne Adnan Polat ne de Yıldırım Demirören, Aziz Yıldırım olmaya çalışmazdı.

TSL 2009-2010 Sezonun 11'i..

Orta okul yıllarında ne zaman derslerden sıkılsam -ki çoğunlukla sıkılıyordum- defterin boş bi yerine kadrolar yapardım. Şimdi de geride kalan muhteşem sezonun bence en iyi 11'ini sizlerle paylaşmak istedim. Muhakkak ki eksikler vardır ama mümkün olduğunca objektif olmaya çalıştım.
Kaleci : Onur Kıvrak (Trabzonspor)

1988 doğumlu Onur Kıvrak, Güneş'in Trabzonspor'un başına gelmesiyle kaptığı formayı milli takım seviyesine kadar çıkartı. Hem kupanın kazanılmasında hem de şampiyonun belirlenmesinde çok önemli bir rol oynadı. Blokaj kalecisi olmamasının doğurduğu handikapı hızlı refleksleri ve öğrenme kapasitesi aşan Onur'un belki de en büyük şansı Şenol Güneş.

Sağ Bek : Ali Tandoğan (Bursaspor)

Adını Ersun Yanal'lı Denizlispor ile adını duyurdu ilk kez Ali Tandoğan. Gençlerbirliği'nde geçen 2 sezondaki performansı onu Beşiktaş'a taşıdı. İbrahim Üzülmez'in elmacık kemiğini kırdığı maçtaki tavırları taraftarla yıldızının barışmamasının ana nedeniydi. Gökhan Gönül'ün alternatifsizliğinde ligi asist kralı olarak tamamlayan Ali Tandoğan'ın bu performansı "ikinci bahar" olarak adlandıralabilir.

Sol Bek : İbrahim Üzülmez (Beşiktaş)

Mustafa Keçeli ile birlikte sol bekler arasında en istikrarlı olan 2 futbolcudan biri "Deli" İbrahim. Ne Hakan Balta ne İsmail Köybaşı ne de Andre Dos Santos performansları ile takımlarına yararlı olabildiler. İhtiyar delikanlı İbrahim Üzülmez futbolu bırakına kadar Beşiktaş'ın sol beke yaptığı transferler iyi biri yedek olacaktır.

Defans Göbeği : Diego Lugano (Fenerbahçe)

Agresif yapısı ve gözlerini patlatarak hakemlere yaptığı itirazlarla zihinlerde yereden Lugano, attığı kritik gollerin yanı sıra son 9 maçta yenen 1 golle takımı zirve yarında tutan önemli isimlerden biriydi. Sezon başında kulüp arayan ve kürkçü dükkanına dönen Lugano Türkiye'deki en temiz sezonunu yaşadı.

Defans Göbeği : Matteo Ferrari (Beşiktaş)

Kimileri "futbolcu değil" dedi, kimileri ırkç saldırılarla "çakma İtalyan" dedi. Ferrari ise sahada hem futbolcu olduğunu hem de "adam" olduğunu gösterdi. Ferrari'siz maçlarda defansif anlamda yaşanabilecek tüm sıkıntıları yaşayan Beşiktaş için önümüzdeki sezon için en sağlam yer belki de Ferrari'nin mevkisi.

Orta Saha : Emre Belözoğlu (Fenerbahçe)

Hagi'nin antrenmanlardan sonra özel olarak ilgilendiği basında haber olduğunda herkes kendisinden çok büyük şeyler beklemeye başladı. Zaman içinde savaşçı bir orta alan oyuncusuna dönüşen Emre genç yaşta İnter'in yolunu tuttu. O yola çıktığı günden beri sakatlıktan yakasını kurtaramayan ve istikrarsız bir futbolcu oldu. 2000 yılından bu yana geçen 10 senenin en iyi Emre Belözoğlu'nu izledik bu sene.

Orta Saha : Gustavo Colman (Trabzonspor)

Buenos Aires'te 1985 yılında doğan Colman Trabzonspor'a "10 numara" olarak geldi. Alanzinho geldikten sonra oyunu çift yönlü oynamasının verdiği avantajla Trabzonspor orta sahasının şefi olarak sahne aldığı maçlarda farkını ortaya koydu. Kritik gollerin sahibi Arjantin'li Trabzon'un kupaya ulaşmasında önemli bir rol oynadı.

Sağ Açık : Volkan Şen (Bursaspor)

Söylenecek fazla bir şeyin olmadığı bir futbolcu Volkan Şen. Ayağına topu zamklayan ve istemedikçe vermeyen, hızlı, fuleli oyunu ile Sercan'ın sağlayamadığı katkıyı da yaparak şampiyonlukta önemli rol oynadı. Gaziantepspor maçında attığı 2 golle belki de şampiyonluğa giden yolda en kritik virajın kazasız atlatılmasını sağladı.

Sol Açık : Abdulkader Ketia (Galatasaray)

Spekteküler hareketleri ile tribünleri büyüleyen bir futbol sanatçısı olan Keita Galatasaray'ın en iyi futbolcusuydu. Attığı goller ve yaptığı asistlerle ligin 3. bitirilmesinde önemli bir rol oynayan Keita bir de kendini yere atıp, taraftarı ve hakemleri provoke etmese tadından yenmez.

Forvet Arkası : Alex De Souza (Fenerbahçe)

Türkiye sınırlarında oynayan en efektif, en yaratıcı yabancı oyuncu Alex. Gerçi artık O'na yabancı demek ne kadar doğru oda ayrı bir tartışma konusu. İstatistikleri altüst eden ve attığı golleri nakış gibi dokuyan Alex olmasaydı 25. haftada şampiyonluğa havlu atacaktı.

Forvet : Arıza Makakula (Kayserispor)

Takımının attığı gollerin neredeyse yarısını tek başına rakip kalelere gönderen Makakula'ya en çok yaklaşan oyuncu ise Makakula'nın yarısı kadar gol atan Gaziantepspor'lu Julio Cesar. Makakula'nın 21 golünü Guiza kaydetseydi herhalde heykeli dikilirdi.

16 Mayıs 2010 Pazar

Bursaspor'un Başarısı UEFA.com'da


Yüzyılın Ligi. Şampiyon BURSASPOR..

2 farklı şehirde, 2 farklı düdük, 2 farklı maçı bitirdi 30 saniye arayla. Yüzyılın liginde 2 doksan dakika 1 şampiyon çıkartacaktı. Düdüklerin ikisi birden çaldığında 2 stadyumda da şampiyonluk sevinci yaşandı.
Maçı televizyondan elinde kumanda ile takip eden herkes önce Saraçoğlunda ne olduğunu anlamadı. Lig tv'nin spikerleri ise yanlış bilgi vermemek adına topu taca atan açıklamalar yaptılar sahada yaşananlara.
Bursaspor 32 haftalık maratonda ipi göğüsleyen takım oldu. Bu 32 haftadan 5. büyük olarak çıkmazlarsa devrimi tam anlamıyla gerçekleşmiş olur. Çünkü bu ligin büyükleri(!) arttıkça süpheler, iddalar, şike suçlamaları artıyor.
Devrim peşinde koşanlar, devrimin açan çiçeklerin müjdelediği baharda geleceğine inanır. Tıpkı bu gün gibi. 26 yıldır Anadoludan birçok takım ligi zirvede bitirmek için bu yarışa dahil oldu ve Ağustos ayından Mayıs ayına kadar ter döktü ama nefesi yetmedi. Gaziantep, Gençlerbirliği, Sivas baskıyı kaldıramadı çoğu zaman ve lige renk katmaktan öteye gidemedi.
Saraçoğlu stadına dönecek olursak, Fenerbahçeli futbolcuları, taraftarları hatta Daum'u bile yanıltan "şeyin" dahili bir anons olduğu söyledi. Şampiyonluğu kaybetmenin bile başlı başına bir travma olduğu durumda, şampiyon olduğunu zannedip, sonra avcunun içinden kayıp giden su gibi gerçeği öğrenmek daha büyük bir yıkım yarattı herkeste. Artçı etkilerini daha sonra göreceğiz bu travmanın.
Yıldırım Demirören keşke maçı sonuna kadar izleseydi ve kovduğu evladının (!) başarısına tanıklık etseydi.
Kazananı kutluyor, kaybedene sabır diliyoruz.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

City'e Niyet Eskişehir'e Kısmet.. Ve Batuhan Gider..

Beşiktaş camiası yıllarca Serpil Hamdi Tüzün’ün yetiştirdiği genç ve yetenkli futbolcuları bir başarı argümanı olarak ezeli rakiplerine karşı kullandı. Bu futbolcular hem oynadıkları futbolla hem de “beyefendilikleri” ile taraflı tarafsız herkesin takdirini topladı. Zamanla yönetimsel hataların artması sportif başarıyı sekteye uğrattıkça günü kurtarma hamleleri özkaynağa olan ilgiyi azalttı. Çünkü özkaynak demek; sabır, eğitim, koordinasyon ve risk demekti.

2007 yılında Beşiktaş’ın altyapısında futbol hayatına devam eden iki futbolcu bir süre manşetleri süsledi. Muhammed Demirci ve Batuhan Karadeniz temalı yazıların sütunlerda kendine yer bulması boşuna değildi çünkü Muhammed’i Barcelona, Batuhan’ı ise Man. City transfer etmek için kolları sıvamıştı.

Ve yıl 2010. Batuhan Karadeniz, bonservisi ile birlikte Eskişehirspor’a gitti. Bu alışverin taraflarından sadece Beşiktaş’ın zarar ettiği olduğu açık. Daha 3 sene önce henüz 15 yaşındayken Man City tarafından transfer edilmek istenen bir oyuncunun 3 sene boyunca bir arpa boyu ilerleyememesini sadece disiplinsiz hareketlerle açıklamak kolaycılıktan başka bir şey olmaz.

Günü kurtarma konusunda harikalar yaratan Mustafa Denizli’nin yeri geldiğinde 35’lik Yusuf’u gözü kapalı tahtaya yazması ne kadar doğal ise sabır isteyen, işlenmesi gereken bir oyuncuya zaman ayırmasını beklemek de o kadar hayalcilik olur. Kim ne derse desin bir oyuncuyu maça hazırlayan, ondan maksimum verimi alması gereken takımın teknik patronudur. Türk futbolcunun mental yapısını düşündüğümüzde 17-18 yaşında genç bir oyuncuya para ve şöhret verdikten sonra rahip hayatı yaşamasını mı bekliyorduk? Pascal’da bara gidiyordu. Peki Sergen disiplin timsali miydi?

Beşiktaş sadece Batuhan’ı “bununla uğraşılmaz” diye satmamıştır. Beşiktaş altyapıda futbol oynayan yüzlerce gencin hayalini de satmıştır. Şimdi siz hangi genç futbolcuyu kandırabilirsiniz “A takımda” oynayacaksın diye? Bakmayın son maçlarda Rıdvan’ın, Necip’in, Atınç’ın kadroya girdiğine. Eğer lige havlu atmasaydı Beşiktaş, seyredemyecektik bu gençleri. Çünkü Yıldırım Demirören ve Mustafa Denizli Necip’le,Batuhan’la 3. olmaktansa, Yusuf’la, Uğur’la, Nobre ile 2. olmayı tercih eder.

Bir sonraki futbolcu mezatında görüşmek üzere.

11 Mayıs 2010 Salı

Eller Kıymet Bilmiyor Anne..! Altay'ın Süper Lig İnadı..

Süper Ligin uzun yıllar sonra ilk İzmir takımı olan Bucaspor'un ardından kalan bir bilet için yarışacak takımlardan biriside ligi 4. sırada bitiren Altay. Geçen 34 haftada maçlarının yarısını kazanan, kalan karşılaşmalarda ise beraberliğinden bir fazla mağlubiyet alarak ligi 59 puanla tamamlayan Fahrettin Altay'dan miras kalan kulüp yıllardır kapısından döndüğü Süper Lige bu sezon dahil olmak için tüm tedbirleri alıyor.
Gazetelerde çıkan bu haber sonrası öğredik ki Altay başkanı Niyazi Konuşmaz Play-off sürecinde Güvenç Kurtar ile anlaşmış. Anlaşmaya göre Güvenç Kurtar takımı Süper Lig'e taşırsa 300 bin TL ücret alacakmış. Adı küme düşmeye namzet takımlarla kah düşen kah çıkan bir hoca olarak görmeye çalıştığımız Güvenç Kurtar için bir üst basamağa çıkma mücadelesine girmek Kocaelispor'daki günlerine dönüş için bir vesile olabilir.
Altay'ın resmi sitesinden yapılan açıklama ile Zagor lakaplı eski teknik direktör Zafer Bilgetay'a teşekkür ederek hayatının geri kalanında başarılar dilenmiş. 24/02/2010 tarihinde göreve getirdikleri bir hocayı lig için yeterli play-off için yetersiz gören bir yönetim anlayışı Altay'ın 7 sezondur Süper Lig'ten uzak kalmasının sebeplerinden biri olarak göze çarpıyor hemen.

Öncelikle Altay kulübü, başarısının bir tesadüf olduğunu yaptığı bu "kısa vadeli günü kurtarma harekatı" ile resmileştirdi. Federasyonun takımlara sadece futbolcu transferinde değil teknik adam transferinde de bir takım kısıtlamalar getirmesi gerekiyor. Teknik adamlar ve futbolcular bir sezonda iki takımdan fazlasında görev alamazken, takımlar bir sezonda istedikleri kadar teknik adam görevlendirebiliyorlar. Denizlispor'daki Erhan Altın örneği gibi de lige veda ederken fazla zorlanmıyorlar.

Bu çarpık yönetim düzeninde Güvenç Kurtar 6 gün sonunda takımı Süper Lig'e taşırsa 300bin TL'nin sahibi olacak ve günlüğü 50bin TL'ye gelecek. Yıllık 6,5 milyon TL alan Daum'un yılda 2 ay tatil yaptığını varsayarsak Daum'un günlük ücreti 21bin TL'ye geliyor. Hesap bu kadar basit. Acaba Altay'lı futbolcuların takımdan alacağı var mıdır?

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Tarih "Tereddütten" İbarettir...

Alper Canıgüz, "Oğullar ve Rencide Ruhlar"isimli kitabında 5 yaşındaki Alper Kamu'ya "Tarih tereddütten ibarettir," dedirtiyordu. Kolay okunan bir kitabın akılda kalan yüzlerce cümlesinden birisiydi bu sadece. Zamanı geldiğinde zihinden çıkartılıp kullanılak üzere kaydedilen yüzlercesi gibi.

Bir futbol sezonunun son 90 dakikasına girildiğinde lider takımın aklında geçmiş tecrübelerle soslanmış bir tereddüt varsa, bu Alper Kamu'dan aşırdığımız cümlelerin gerçekliğini ortaya koyuyor. Daum git-gellerinin mihenk taşıdır Fenerbahçe'nin Denizli'de şampiyonluğu bıraktığı gece. Fenerbahçe'yi şampiyon yapamadığı ilk sezonda gönderilmesi ve bu boşanmanın davacı tarafı Aziz Yıldırım'ın sözde istifası başarı-başarızılık tahamülünün başarısızlık-başarı varsayımında daha düşük olduğunu gözler önüne serdi.

Oysa ki Galatasaray'ın takımı şampiyon yaptığı halde gönderdiği Lucescu örneğini Türk Kulüp yönetiminin bir aynası olarak konumlandırdığımızda kaçan şampiyonluk sonrası Daum'un gönderilmesi tamamen olması gereken bir durum olarak geliyor zihin terazimize.

Denizli Atatürk stadında Appiah'ın 10 santim ile ıskaladığı şampiyonluk sonrası yaşanan travmayı atlatmak pekte zor olmadı. 5 senede bir şampiyon olan Beşiktaş'ın kapalısından "2 kupayı unutma vefasızlık yapma" pankartı ile taraftara ayar verilerek mevcut durumu içselleştirmesi ve 4 sene daha bekleyecek olması telkin edilirken, Fenerbahçe'nin kan değişikliği ile o sezonun yıkıntılarından yeni bir sezon inşaa etmesi pek uzun sürmedi.

Bu gün şampiyonluk yarışında son 90 dakikaya geldik. İbrahim Altınsay'ın dikkat çektiği Hükmen Galip Spor 105 puanla liderlik koltuğunda oturuyor ve "Şampiyon belli 2. kim olarak?" diye soruyor.

Son 10 maçta gol yemeyen ve Türkcell Süper Ligteki tüm karşılaşmalarda Fenerbahçe'nin kalesini koruyan Volkan Demirel yönetiminde tüm takım defansif öğerleri barındıran cümleleri hatasız kurdu. Bunun üzerine hücum hattında Guiza'nın varlığından bağımsız iyi bir sezon yaşandı.

Hatalardaki bir birimlik artışın lig tablosunda bir birim aşağı çektiği Bursaspor'un hesaplarına uymayan bir direnç gösteren Fenerbahçe kendi göbeğini kesecek makası eline aldı son düdük sonrası. Artık 90 dakika kaldı tarihin tekerrürden değil tereddütten ibaret olduğunu kanıtlamaya. Bir galibiyet ile sadece şampiyonluk gelmeyecek aynı zamanda Aziz Yıldırım bir çeltik atacak duvarındaki "verilen sözler" kısmına. Asıl önemli olan ise Denizli kabusu hastalığının tedavisi bulunmuş olacak. Tereddütler zihinlerden uçacak.

7 Mayıs 2010 Cuma

Golün En Güzel Hali : Matt Le Tissier

Belki Gazza futbolcu olmasaydı bu isim çok daha parlak yazılacaktı futbol tarihine.


Bazı insanlar vardır, "ben bunu için doğdum" der yaptığı işlerle. 1968 yılında Guernsey'de doğan bu "Fransız" isimli, "Karadeniz" görünümlü, İngiliz'de attığı gollerle aynen böyle diyor bize.

O günlerde daha Taylor raporu yayınlanmamıştı, tribünlerde hala işçi sınıfı ve orta tabaka çoğunlukla yer alırken Le Tisseir, kırmızı-beyaz formayı geçirdi sırtına. Daha sonra hızlı bir dönüşüm geçirdi futbolun beşiği. Holiganizmin kırdığı kolların "yenleri" içinde kalmadı ve bir dizi tedbir sonrası modern dünya futbola göz kırpmaya başladı.

Bu değişim içinde futbolun her alanda egemen olması ile evlerimize konuk oldu ilk olarak Le Tissier. Bir karadeniz pidecisinde parmaklarınızı yemenizin an meselesi olduğu pideler yapan ustalara benzerliğini ise Trt3'ün "Avrupa'dan Futbol" kuşağında gördük. Bilgisayar oyun sektörü de futbolun bu yükselişine kayıtsız kalmadı. Le Tisseir gibi binlerce futbolcuyu emrimize amade hale getirdi. Futbol giderek bir "iş" oluyor ama bu işin emekçilerinden Le Tissier 1985'te giydiği formayı sırtından çıkarmıyordu.

Kulübüne sadaketini öyle bir naksetmişlerdi ki oyuna, Le Tissier'e sahip olmanın tek yolu Southampton'ı yönetmekti. Ondan sadece bir yıl önce doğmuş olan Gazza ise bir güneş parlıyordu İngiliz futbolunda. "Üzerinde güneş batmayan imparatorluğun" futbolda güneşi olabilecek iki top cambazının aynı telde oynamasına pek izin verilmedi. Le Tissier sadece 8 kez İngiltere milli takımı ile sahaya çıktı. Gazza ise Le Tissier'den 49 kez daha fazla yer aldı o sahada.
Futbolda sadakat, tüm hisselerini endüstriyel futbol denen "şeye" devrederken bu gün Puyol, Totti gibi futbolcuları bu düzenin dışında bir çizgide tutuyorsak, Le Tissier o çizgiyi çizen adamdır. 444 kez aynı formayı giymek ona şüphesiz hayrı sayılır bir para kazandırmıştır. Ama şimdi baktığımızda kazandığının kat be katını kazanma şansını elinin tersi ile itmesi gerçekten yukarda bahsettiğimiz gibi "endüstriyel şeye" bir baş kaldırı mıdır? Kariyerini para için değiştirmeyen biri olarak tanıdığımız Le Tissier'in sağ elinin rakip yarı alana bakan kısmıyla ittiği sadece para değil, olası kupalar, şampiyonluk turları, Avrupa kupası almanaklarındaki orta sayfa posterleriydi.

Youtube yıldızlarının cirit attığı bir dünyanın bize kattığı en güzel 10 şeyden biri de Le Tissier'dir. Attığı gollerin videolarından kolajları izlemekten sıkılacak bir futbol sever için sorulacak tek sorudur "Sen futbol sever misin?". 444 maçta atılan 162 golün hepsini izlememeş olmama rağmen "yaptıklarını yapacaklarının teminatı" görmem sanırım sadece bana özel bir durum olmasa gerek.

Futbol sanatının en olunmaz mevyesi golü, japonların bonzai yetiştirdiği gibi sabırla bir şaheşere dönüştüren böyle bir adam bir daha gelmeyecek belki de yeşil sahalara. Yolda görseniz belki tanımayacaksınız ama aralarında Peter Schmeichel'ın da bulunduğu bir düzüne kaleci için asla unutulmayacak bir adam Le Tissier.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Futbol Hikaye | Seksen sekiz +

Sol dizime oturmuş, sağ kolunu boynuma atmış, yarı açık gözleri ile televizyona bakıyordu. O küçük ağzı ile aldığı her nefesi hissedebiliyordum. “Kalbin atıyor dede.” diye kıkırdadı. O kalp daha ne kadar daha atacak diye düşünmeye başladım. Sağlıklıydım aslında. Görünürde herhangi bir sağlık problemim yoktu Yediğime içtiğime de dikkat ediyordum ayrıca. Başını göğsüme yaslamış dikkatle dinliyordu kalp atışlarımı ben bunları aklımdan geçirirken. Birden “penaltı” diye bağırıp olduğu yerde hareketlenince maç izlemek için televizyon başına geçtiğimizi hatırladım bir anda.

“Dede sen hiç penaltı attın mı?” diye sordu. Evin bir köşesinde sarı siyah formalar içinde çekilmiş bir resmimi gördüğünde beni soru yağmuruna tutmuş, aklı erdiğince futbolculuğumdan arkadaşlarına övgü ile söz etmişti.

“Hem de çok” diye cevap verdim. “Zor mu ki atmak?” diye sordu bu sefer de. Onun sorularına cevap vermek her zaman beni mutlu ediyordu.

“Duruma göre değişir,” diyemeden “Goool” diye zıpladı kucağımda. Bir süre sonra duruldu, uykusu gelmişti.

“Hadi yatağına. Annen kızacak” dedim.

“Dede yarın bana penaltı atmayı öğret. Gol atamıyorum diye bana hiç attırmıyorlar mahalle maçlarında,” dedikten sonra “Aaa sen peki hiç böyle gol attın mı?” dedi. Sol eli ile televizyonu gösteriyordu. Kırmızı siyahlı oyuncu ceza alanına girerken düşürülmüş, hakem düdük çalmış, kaleci 5 kişilik bir baraj oluşturmuştu. Kaleci kendine göre sol tarafı barajla korumaya almış, sağ tarafta topu beklemeye başlamıştı. Kırmızı siyahlı oyuncu bir iki adım atıp topa vurdu. Top havalandı ve dönerek gitmeye başladı.

“Dede! Sana diyorum, sen hiç böyle attın mı?”

Kulaklarımdan giren bu ses dalgası beynimde anıların bulunduğu yere o kadar hızlı ulaşmıştı ki, kimisi parça parça, kimisi flu şekilde gelen, birbirinden alakasız bir sürü hatırayı zihnime hücum ettirmişti. “Anlatacağım ama sonra doğru yatağa. Tamam mı?” dedim.

Küçük ellerini heyecanla birbirine vurup. “Söz, dede. Söz,” dedi.
***

Lise sona gidiyordum. Köy yaşantısı için pek alışılagelmiş bir durum değildi. Köy dediysem de öyle etrafı uçsuz bucaksız köylerden değil. Mavi minibüslere binice 15 dakikada şehre ulaşabiliyordun. Ama bu yakınlık köyün gelişiminden değil şehrin köye doğru kayan yapısından kaynaklanıyordu. Yine de köyün gençlerine zor geliyordu ortaokuldan sonra okumak. Çünkü sürülecek bir sürü tarla, kahvede oynanacak bir sürü oyun vardır.

Köyde sadece derme çatma bir ilkokul vardı. Yanında da köye tayin edilen yeni öğretmenlerin her gece yalnız kaldıklarında ailelerine mektup yazıp ağladıkları lojman bulunuyordu. Zaten köyde fazla kalmazlar ilk fırsatta hatırlı bir tanıdık bulup memleketlerine giderlerdi.

Sadece Erkan öğretmen çok uzun kalmıştı burada. Erzincan depreminde ailesini kaybedince dönmek istememişti herhalde bir daha oraya. Köylü de sevip sayardı Erkan Hocayı. Kardeşimin de öğretmeni olmuştu sonraları. Ara ara bize gelirdi akşam yemeğine. Annem de Erkan Hocaya acıdığından olsa gerek tabağını tepeleme doldururdu. Zavallı Erken hoca da bir şey diyemez, hepsini yerdi. Yemek bitip, çay faslına geçildikten sonra babamın klasik “Nasıl bizim haylaz? Sizi üzmüyor değil mi hocam?” sorusu ile muhabbet başlardı. O akşam yine babam aynı soruyu sordu. Erkan hoca da her zamanki cevabını verdi.

“Olur mu Bülent amca, çok zeki senin oğlan, maşallah.” Sonra daha önce hiç yapmadığı bir şey yaptı. Bana dönerek “Delikanlı senin dersler nasıl? Kazanabilecek misin üniversiteyi?” diye sordu. Gecenin daha öncekilerden farklı bir şekilde gelişmesi beni heyecanlandırmıştı. Çünkü Erkan hocanın şimdi “Eline sağlık yenge her şey çok güzeldi” deyip kalkmaya yeltenmesi, babamın “Hocam dur daha tatlı var, meyve yeriz” demesi gerekirdi.

Garip adamdı Erkan Hoca, kimse hakkında pek fazla bir şey bilmezdi. İlk bir-iki sene köylü “zaten gidecek” diye pek ilgi göstermemişti. Ama gitmemişti, her gün kahveye gider, bahçeye oturur, orta kahve söylerdi. Kahve geldiğinde, bir sigara içer sonra da evine giderdi. Zaman içinde öğrencileri ile kaynaşmış, sorunlarında onlara yardım etmiş köy halkının ilgisini çekmeye başlamıştı. Kadınlar hocayı evlendirme derdine bile düşmüşlerdi.

Okula gitmediğim bir gün biri kapıyı yumruklamaya başladı. Babam ya tarlada ya da kahvedeydi, anneminse bir grup arkadaşıyla dedikodu kazanının altına odun attığından hiç şüphem yoktu. Kapıyı açtım bir de baktım karşımda Erkan Hoca, kucağında bizim ufaklık, ayağı alçıda. Ben kapıda dikilmiş ne olduğunu anlamaya çalışırken beni iterek içeri girdi. Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş kardeşimi divana yatırdı. “Top oynarken ayağı kırılmış, ilçede alçıya aldırdık. 1-2 hafta sonra çıkacakmış. Sen okuldan dönerken bana uğra akşamları, ders notlarını vereceğim, geri kalmasın. Hadi eyvallah” dedi bir çırpıda ve gitti.

O günden sonra ben okuldan dönerken kapısını çalar, bir şey demeden birkaç parça kağıt alır eve dönerdim. 2 hafta hiç konuşmadan böyle geçti.

İlk defa bana hal hatır sormuştu. Neden sordu acaba diye düşünürken babam verdi benim yerime cevabı. “Ne üniversitesi hocam, liseye bile niye gitti anlamadık. Bitirsin de gitsin askere gelsin, ben çok yoruldum.” Erkan hocanın babamın cevabını hiç sallamaması beni kıllandırmıştı. Eğer öğrenmek istediği buysa babam vermişti işte cevabı.

“Sizi birkaç kere okulun arkasında top oynarken gördüm. Bir takım kuralım ne dersin? Hem yeni kanun çıkmış, köy takımlarını destekleyeceklermiş. Belki bakarsın ligde bile oynarız.” dedi. Ne diyeceğimi bilmedim öyle baktım suratına. “Formalarımız falan olacak, o televizyondaki takımlar gibi mi olacağız” diye geçirdim aklımdan. Suskunluğumu “Evet” olarak algılamış olacak ki; “Yarın köyde topa vurabilen kaç kişi varsa topla okula gelin akşamüstü, bir bakalım ne yapabiliriz.” dedi.

Ne olduğunu anlamadan bir takımımız olmuştu. Erkan hoca siyah-sarı formalar yaptırmıştı bize. Takım kurulurken herkesin birtakım şüpheleri vardı. Ama belli ki Erkan hoca da çok sıkılmıştı ve yeni bir heyecan arıyordu. Her gün bizi topluyor. Futbol hakkında yazılar okuyor. Videoda maçlar izletiyordu. Herkes babasından dayak yeme pahasına tarladaki işleri asıyor ve okuldaki küçük odaya doluşuyordu.

İlk bir ay her gün okulda toplandık. Sözde bir futbol takımıydık ama daha topa hiç vurmamıştık. Bazıları artık gelmek istemiyordu. “Maçı evde de izlerim lan. Ne bu her gece geliyoruz daha top görmedik” diye bana isyan ediyorlardı. Haklılardı da; çünkü hepsini ben kandırmıştım takıma katılsınlar diye. Gerçi eskiden de maç yapmak için hepsini evden teker teker ben çağırıyordum ama o zaman en azından maç yapabiliyorduk.

Erkan hocanın yanına gidip durumu dilim döndüğünce anlattım. Çay bardağına 1 şeker atıp uzun uzun karıştırdı. Kaşığı iki kere bardağa vurduktan sonra masanın üstündeki peçetenin üstüne bıraktı. Kaşığın nemi bir anda beyaz peçeteyi esir aldı. Ben peçetede kaybolmuşken, Erkan hocanın eli omzuma dokundu. “Bak” dedi. Sessizce yürüdü ve kapının yanındaki sandalyeyi alıp önümde durdu. Ters çevirdiği sandalyeye oturdu. Sırt yaslanacak yere göğsünü yasladı. Gözlerini gözlerime kilitledi. Şimdi ağzından çıkacak kelimeler hayatımı değiştirecekti sanki. Öyle bir hava vermişti konuşmasına – ki henüz konuşmamıştı bile. Normaldi de. Köyde herkes düzdü, kimse de bir artistlik, bir poz bulamazdın. Böyle biriyle karşı karşıya kalınca da normal olarak söyleyeceklerini ciddiye alıyordum. “Önce futbolu özleyin. Benim size okuttuğum her şey futbolun ne olduğunu anlamanız için. Yakında bir turnuvaya katılacağız. Kazanırsak bazılarınız belki başka takımlara transfer olacak. Bu köy için hatırı sayılır bir para kazanacaksınız. Belki üniversiteye de gönderir o zaman baban.” dedi. Aklınca beni kandıracak kendi tarafına çekecekti. Biliyordum babam beni asla göndermeyecekti üniversiteye. Bu köyden ilçeye haftada 5 gün gitmek bile köyde bilgin yapmıştı beni. “Ama daha önce hiç biriniz bu köyün dışında futbol oynamadı ve bunun ne kadar zor olduğunu bilmiyorsunuz. O yüzden de futbolu özlemenizi istiyorum.” dedi. Omuz silktim. Bunlar mıydı söyleyecekleri? “Ama söyle arkadaşlara, yarın başlıyoruz.” dedi.

Zaman geçtikçe Erkan hocanın öğretmenliğini daha iyi anlıyorduk. Saatlerce bizimle konuşuyor. Sahada en az bizim kadar koşuyor. Bazen bir pasın nasıl atılacağı üzerine yarım saat konuşuyordu. Hepimiz için bir eğlence olarak başlayan bu serüven bir iş haline gelmişti artık. Antrenmanlar, maçlar, yorgunluk, sakatlık derken kimsenin bizden beklemediği bir başarı yakalamıştık. Önceleri bunu zaman kaybı olarak görenler her maçta bizi desteklemeye geliyor, bir dediğimizi iki etmiyorlardı. Artık tarlada ya da dükkânda çalışmamak en büyük sorun değildi. Ahmet’in babası bir arsasını bize tahsis etmiş. Topraktan da olsa çok güzel bir saha yapmamıza izin vermişti. Kaynakçılık yapan İhsan Usta sahanın kalelerini, Osman amca da elinden geldiğince 100-150 kişilik bir tribün yapmıştı. Köyün kadınlarının bana verdiği siparişleri ilçeden alırken ne yapacakları konusunda hiçbir fikrim yoktu. Aldığım kumaşlardan forma yapmışlardı.

8 takımlı turnuvada beklediğimizden de iyi durumdaydık. Takımın bir yıldızı varsa o da bendim. Erkan hocanın bu fikri ilk olarak neden bana açtığını şimdi anlıyordum. Bizi izlemiş beni beğenmişti. 4 takımlı iki gruptan 2. olarak yarı finale kalmış, yarı finalde yine bir köy takımını benim attığım golle 1-0 yenmiştik. O zamana kadar turnuvayı kazanınca ne olacağını bilmiyorduk. Erkan hoca sık sık ilçede hükümet konağına gidiyor. Bizden aldığı kimlik fotokopileri ile bir şeyler yapıp duruyordu.

Bizden habersiz geleceğimizi şekillendirdiğini final maçından önceki gece bizi yemekten sonra okula çağırdığında öğrendik. Yemekten sonra okula gitmeye hazırlanırken evin arkasındaki ardiyede gizlice sigara içerken bir korna sesi ile irkildim. Pek fazla sigara içmezdim, o yüzden 1 hafta önce aldığım paketi ardiyeye saklamıştım. Ne zaman canım sıkılsa ya da aşırı heyecanlansam soluğu burada alıyordum. Son bir haftadır 4-5 kere gelmiştim buraya. Aklıma final maçı geldikçe heyecanlanıyor, sigara içmek istiyordum. Eskiden çocuklarla kahvede oyun oynarken onun bunun paketinden bir iki otlanırdım ancak bu futbol hikayesi başlayınca kimsenin görmesini istemiyordum sigara içtiğimi. Sigaradan son nefes çekip duvarda açık kalmış tuğlanın içine izmariti söndürüp kapıya doğru yöneldim. Tarla sürmeye giderken görmeye alıştığım Vecdi “Hadi lan oğlum.” diye bağırdı traktörün üstünden. Çevik bir hamle ile tırmandım yanına. Gecenin o saatinde köyü inlete inlete okula doğru yola çıktık. Yürüyerek 10 dakika süren mesafeyi Vecdi yarım saate gitmeye yemin etmişti sanki.

“Bassana oğlum gaza, resmi geçit mi yapıyorsun?” dedim.

“Bırak onu bunu da sana bir şey söyleyeceğim, kimseye söyleme ama?”

“Dalga mı geçiyorsun lan, Adem’in kardeşine aşık olduğunu söyledim mi kimseye?” dedim hem sitemkar hem de dalga geçercesine.

“Dün adamın biri geldi yanıma, beni transfer etmek istiyormuş Pancar Fabrikasının futbol takımına. Hem bana orada iş de verecekmişler. Buradan ne kadar para alıyorsun dedi. Ne parası dedim. Ha ben de onu diyorum hem bu kadar iyisin hem de bedava oynuyorsun. Hem bırak bu köy takımını Erkan’ın yakında tayini çıkar çeker gider. O zaman n’apacaksınız dedi.” Sözlerini bitirip gözlerime baktı. Aklı karışmıştı, ona akıl vermemi istiyordu.

Vecdi’nin babası köyün zenginlerindendi. Dönüm dönüm tarlaları, bağları bahçeleri vardı. O yüzden Vecdi para ile kandırılabilecek çocuk değildi. Vecdi’nin aklını çelecek tek şey bu köyden gitmekti ve Pancar Fabrikası köyden oldukça uzaktı. “İstediğin bu köyden gitmek değil miydi? Babana kaç kere küfretmiştin seni okula göndermediğinde ben bile hatırlamıyorum. İstediğin buysa işte fırsat.” dedim “Ama Erkan hocaya bir danış derim.” diye de ekledim.

Okula en son biz gelmiştik anlaşılan. Herkes çayını almış, bir köşeye çekilmiş bizi bekliyordu. Herkesin başı yerde, sessizce duruyor olması kıllanmam için yeterli oldu. Erkan hoca ortalıkta yoktu. “Ne o lan? Maç oynandı yenildik de benim haberim mi yok?” dedi Vecdi sanki aklımı okumuş gibi. Birkaçı dışında başı yerden kalkan olmadı. Ünsal, “Erkan hocanın tayini çıkmış.” dedi.

Vecdi ile göz göze geldik. O anda anlamıştım Pancar fabrikasına bir yolculuğa çıkacağını. 10 ay öncesine kadar tek kelime etmediğim adama nasıl bu kadar bağlanmışım diye düşündüm. O sırada içeri girdi elinde yine her zaman ki gibi kitaplarla. “Hocam gidiyormuşsunuz” diye başladı Vecdi. “Bize niye söylemediniz” dedim sessizce. Elini havaya kaldırıp susun der gibi bir işaret yaptı.

“Bunu kimden duydunuz bilmiyorum ama doğru. Ben bir öğretmenim çocuklar. Devlet nerede çalış derse orada çalışmak zorundayım.” dediği sırada herkes muhtarın oğlu Orhan’a bakıyordu. Orhan babası muhtar olduğu için sanki zamanı bizden önde yaşıyordu. Köyde ne olacak ne bitecek her şeyi önceden bilir, bazen bize anlatır, bazen de kendine saklardı olacakları. Bu sefer saklayamamıştı olacakları kimseden.

Erkan hoca devam etti konuşmaya. “Bunları konuşacak daha bir haftamız var. Önce yarınki maçı düşünün. Bunu kazanırsanız hepinizin hayatı değişecek. Pek çok kişi maçı izleyecek yarın. Belki birileriniz transfer teklifi alacak” dedi Vecdi’ye gözlerini dikerek. “Değil mi Vecdi?” dedi. Vecdi’nin suratı kıpkırmızı olmuştu.

Yarın ki maç ilçenin takımının 2. lig maçlarını oynadığı sahada oynanacaktı. Daha önce o sahada 19 Mayıs gösterisi için 1-2 kere bulunmuştum. Rakibimiz çevredeki lastik fabrikasının takımıydı. Onları yenersek seneye kurulacak lige katılacağımızı, belki de hayatımıza futbolcu olarak devam edeceğimizi söyledi Erkan hoca. “Beni buradan kupa ile gönderin” dedi ve “Hadi evinize. Erken yatın, kahvaltı etmeyin sabah 9’da burada olun.” diye ekledi.

Erkan hocanın hazırladığı kahvaltıyı ettikten sonra bizi maça götürecek otobüsün kalkış saati gelmişti. Soldan 2. sıradaki koltuğa oturdum. Yanıma kimse oturmasın diye de çantamı koydum boş koltuğa. Her gün gittiğim yolu izleyerek ilçeye doğru yola çıktık. Kimse konuşmuyordu. Belki Orhan, ağzında baklayı ıslatabilseydi, bir coşku olabilirdi otobüste. Orhan’a mı kızsam Erkan hocaya mı karar veremeden sahaya geldik. Haliyle ikisine de içimden bir küfür sallamayı uygun buldum.

Soyunma odasına gittiğimizde Erkan hoca sahaya çıkacak takımı saydı. Kimin ne yapması gerektiğini teker teker anlattı. Sonra yedeklere gidip biraz koşun dedi.

Bu saha ilk defa gözüme bu kadar çekici gelmişti. Daha önce elimde bayrak saçma sapan hareketler yaptığım saha bu kadar büyük müydü diye geçirdim aklımdan, bir kaleden diğerine bakarken.

Sonra yavaşça sahaya çıktık. Hakemler, İstiklal Marşı, kramponlarımızı kontrol eden yan hakem. Kendimi televizyonda izlediğim futbolcular gibi hissettim. Sanırım bundan sonra bu sahada oynamaya devam etmek istiyordum.

Maç başladığı anda rakibimizin ne kadar güçlü olduğunu anladık. Fizik olarak bizden çok daha iyi durumdaydılar. Havadan, yerden hiçbir topu alamamıştım. İlk yarıda tek ayakta kalan yerimiz kalemizdi. Kedi yutmuş gibi bir sağa bir sola atlayan Emre olmasa maç bizim için ilk yarının hemen başında bitmiş olacaktı. Dakikalar geçtikçe kendimden iğreniyor, neden bu sahadayım diyordum. Bütün köy tribünlerdeki yerini almış nasıl rezil bir futbol oynadığımı seyrediyordu. Sanki hepsi yüzüme tükürmek için fırsat kolluyordu. Ben böyle düşünürken Vecdi iki kişiyi peşine takmış hızla top sürüyordu. Bir an onun topraktan çıkardığı tozu arkasına katmış bir çizgi film kahramanı gibi gelişini izlerken Erkan Hocanın sesini duydum. O anda kendime geldim ve sağa doğru koşmaya başladım istemsiz olarak. Vecdi topu yerden önüme doğru attı. Toprak zeminde iz bırakarak yerden 1-2 cm seke seke giden topu önümde buldum. Gözümü kapattım ve sağ ayağımı topa doğru salladım. Gözümü açmadan “goool” diye bir ses duydum ve bir anda üstüme atlayan bağıran çağıran arkadaşlarımın altında kaldım. Şaşkındım. Yaptığım tek doğru bizi öne geçirmişti. Sahamıza geçmemize gerek görmeden ilk yarıyı bitirdi hakem.

İkinci yarı sahaya çıktığımızda soyunma odasında ne konuşuldu ve tartışıldı hiç biri zihnimde yoktu. Maç ilk yarıdan farksız geçmiyordu. Rakip, yine kalemizi dövüyor, ben en ileride, beni tutması söylediğinden yanımdan ayrılmayan 4 numaralı Aytekin ile ara ara muhabbet ediyordum. Bir ara “Seneye bizim takımın seçmelerine gel. Belki adam gibi bir takımda oynarsın” dedi. Aklınca moralimi bozacaktı ama benim böyle bir adamla aynı takımda oynamak gibi bir istediğim yoktu. Ben bunları düşünürken Aytekin “Nasıl koyduk lan” diye bağırmaya başladı etrafımda. Sonunda Emre daha fazla dayanamamış kornerden gelen topa kafa vuran azman 3 numaraları golü atmıştı. Erkan hocaya saati gösterdim beş parmağını birden kaldırdı. Aradan 2 dakika geçmeden uzaktan bir şutu daha aldı içeri Emre. Bu işkencenin bitmesine daha ne kadar vardı? Ben üçüncü golü de yiyeceğimizi düşünürken takımın üstündeki ölü toprağının kalkması için iki gol yememiz gerekiyormuş. Son beş dakika sanki hepimiz kendimize gelmiştik. Antrenmandaki gibi rahat oynamaya başlamıştık. Koruyacak bir şeyimiz olmadığından rahatladık sanırım. Maçı ne zaman bitirecek diye hakeme bakarken gerilerden Ömer her zaman ki gibi Allah ne verdiyse vurdu topa. Topu kovalamaya başladım. Yarım metre önümde olan Aytekin’i arkama alacak şekilde hızlanmış kaleye doğru gidiyordum. Topu yavaşça dürttüm ama zemindeki çukur yüzünden top hızlandı. Kaleci de üstüme doğru geliyordu. Gözlerimi 2. kez kapadım ve kayarak topa dokunmak için kendimi yere attım. Tek hissettiğim sahadaki irili ufaklı taş toprak parçalarının şortumdan içeri girdiği ve etimi ince ince kestiğiydi. Sonra bir çarpışma oldu. Kaval kemiğimde tarif edilmez bir acı hissettim. Gözümü açtığımda kaleci ve Aytekin’in arasında kalmıştım. Acıdan kıvranıyordum. Hakem ise elinde kırmızı kartla bizim ayrılmamızı bekliyordu. Sanırım bana gösterecekti ama o beni pas geçip Aytekin’e “arkadan vurdun” diyip kartı gösterdi. Aytekin çıkmamak için ona buna çamur atıyor hakemin üstüne yürüyordu. Herkes sahadaydı ve hep bir ağızdan kakofoni şeklinde sesler yükseliyordu. Erkan hoca elinde bir sprey ayağımın her yerine sıkıyor, “Hadi oğlum buradan atarsın golü. Vurabilirsin di mi? Ayağın nasıl?” gibi şeyler söylüyordu panik halinde. “Maç uzarsa bunları yeneriz, 10 kişiler” dediği anda sahada herkes birbirine girmişti. Aynı anda yağmur da başlamış sanki gök yarılmıştı. Hakem zor da olsa tarafları ayırdı ancak bu sefer de öyle bir yağmur yağıyordu ki saha bir anda göle dönmüştü. Bir an önce topa vurmak ve eve gitmek istiyordum. Ama hakemler yağmurun doluya dönmesi ile içeri doğru koşmaya başladılar. Aynı şekilde biz de hakemlerin arkasından içeri koştuk.

Erkan hoca hakemlerin odasından dönünce kalan 2 dakikanın haftaya oynanacağını söyledi. Nasıl olacaktı hiç birimiz anlamamıştık. Erkan hoca sakin bir şekilde “Arkadaşlar bazen maçın oynanmasına imkân yoksa kaldığı yerden devam eder.” dedi. Vecdi küfürle karışık zaten yenik olduğumuzu 2 dakikada gol atamayacağımızı söyledi. Erkan hoca ise oyuna hemen ceza alanı çizgisinin üzerinden atacağımız serbest vuruşla başlayacağımızı en az penaltı kadar gol şansımız olduğunu söyledi.

Bir hafta boyunca belki 1000 tane frikik attırdı bana Erkan hoca. Bunun benden daha iyi atacak pek çok oyuncu olduğunu söylesem de bana mısın demedi. Ben atacaktım illa ki. Senaryo yazılmıştı. Ben golü atacaktım. Maç uzayacak, 10 kişi kalan rakibi 11 kişi yenecektik. Olmadı penaltılarla eleyecektik.

2 dakikalık en uzun maç gelip çatmıştı. 1 hafta boyunca uykumda o vuruşu yapıyor, bazen golü atıyor nasıl sevineceğimi hayal ediyordum bazense vuruş dağlara taşlara gidiyor herkes bana iğrenerek bakıyordu. Uyumalıyım artık diye düşündüm. Bu hengâmede Erkan hocanın gideceği gerçeğini ya kimse hatırlamıyor ya da hatırlamak istemiyordu. Sağ tarafıma dönüp yorganı kafama kadar çektim ve uykuya daldım.

Sabah okula gittiğimizde Erkan Hoca henüz gelmemişti. Vecdi hemen yandaki lojmana baktı ama kapı duvar. Sağa sola baktık ama hiçbir iz yoktu. Sanki Erkan Hoca hiç var olmamıştı. Orhan geldi koşa koşa “Geç kaldım diye ödüm patladı lan” dedi. “Hadi gidelim”
“Olum Erkan hoca yok.”

“Ha o dün gece gitti ya. Bilmiyor muydunuz?” dedi.

O sırada bizi maça götürecek otobüs geldi. Kimse binmek istemiyordu otobüse. Erkan hocaya küfretmekten başka hiç bir şey gelmiyordu kimsenin elinden. Orhan herkesi teker teker bindirdi otobüse. Muhtar olan babası da otobüsteydi. “Çocuklar Erkan hoca hepinize çok selam söyledi. Veda mı edemezmiş Elveda mı demiş öyle bir şey söyledi.” dedi.

Sahaya çıktık. 1000 kere çalışmıştım buna. Artık çocuk oyuncağı gibi geliyordu o topu oraya atmak. 2 adım geri çekildim. Sağa baktım Erkan Hoca yoktu tabi. Onun yerine muhtar ellerini birbirine vuruyor “Hadi lan” diyordu. Yavaşça yaklaştım topa. Sağ ayağımın içiyle okşadım topu tam Erkan hocanın öğrettiği gibi.

Top havalandı. Kaleye doğru süzülmeye başladı.
***

“Baba, Emir uyumuş yatağına yatırayım istersen” dedi kızım. Emir yatağına gitti. Ben de yatağa gidip sağına döndüm. Yorganı kafama çektim.

2 Mayıs 2010 Pazar

Hollanda Tamam! Ya Türkiye?

Bu gün Hollanda futbol tarihinde bir ilk yaşandı. Twente, Ajax'ı, PSV'yi, Feyenoord'u geride bırakıp şampiyonluğuna ulaştı. Sezon başında Avrupa liginde Fenerbahçe ile karşılan takım daha sonra Avrupa ligine veda etmişti ancak kendi ligine devam etti ve mutlu sona ulaştı. Uzaktan baktığımızda her sezon Ajax'ın şampiyon olacağı algısıyla izlediğimiz bir ligte ezberleri bozması açısından Twente'nin şampiyonluğu oldukça önemli.

M'boro'yu UEFA finaline taşıdıktan sonra İngiltere milli takımının başına getirilen Steve McClaren takımı Avrupa şampiyonasına taşıyamayınca kovuldu. Kovulmak yetmezmiş gibi alaycı ifadeler sonrası kendine Twente'de yeni bir sayfa açan McClaren, bu sayfayı futbol tarihinin en güzel destanlarından biri ile doldurdu.

Fransa'da, Lyon fırtınasından önceki 6 sezonda 6 farklı şampiyon çıkartarak dikkati üzerine çekmişti. Aynı şey bir kaç sezondur Hollanda liginde oluyor ve Dsmart'ta oldukça zevkli maçlar izleyebiliyoruz.
Hollanda'da yaşanan olayın bir benzeri ülkemizde yaşanır mı bekleyip göreceğiz ancak lige çok başka bir hava katacağı kesin. Ertuğrul Sağlam'da Kayserispor'daki istikrarlı görüntüsünden sonra soluğu Ümraniye'de almıştı. Her ne kadar Beşiktaş'tan kendi istifa etmiş olsa da kovulması an meselesiydi. İste o Sağlam, McClaren gibi şampiyonluk kupasını kaldırmak istiyor. Önün de kendisinin oynayacağı 90, rakibinin ise oynayacağı 180 dakika var.