28 Mart 2010 Pazar

Alternatif Bir Ligte "İBB" Muadili Bir Takım

Bizler inandık, siz de inanın" maçlarda çok duyulan bir tezahurattır. Genelde taraftarlar takımlarını ateşlemek, maça yeniden döndürmek için yaparlar bunu. Ama Türkiye Kurumsal Lig'te finale adını yazdıran Telpa için durum bunun tam tersiydi.

Fatih Kral Mobilya ile yapılacak maça giderken otobüste oyuncular ve teknik heyet dışında sadece şoför vardı. Otobüs kalkarken herkes sağa sola bakıp tanıdık bir yüz arıyordu. Tek seyiricisi otobüs şöförüydü o gün Telpa'nın. Ve atılan 14 golün tek tanığıydı. İlk maçın 14-1 bitmesi beklenmeyen bir şeydi. Kimileri bu skorun rakibin kötü oyunundan, kimileri ise Telpa'nın gücünden kaynaklandığını düşünüyordu.

Retürk maçı kimin haklı olduğunu da gösterecekti bir yerde. Oyun içinde geriye düşmesine rağmen Telpa, maçın son düdüğü çaldığında sahadan yine galip ayrılıyordu. Ve bir önceki haftanın skoru seyirci sayısını %900 artırmıştı. 9 kişi vardı Telpa'yı destekleyen.

3. hafta maçlarında Telpa'nın rakibi, turnuvanın en büyük favorisi olarak gösterilen Bilim İlaç'tı. 2. maçlar sonunda grubun lideri olan Telpa belki de en mahkum maçını oynadı. Zihinde mahkum olmak, ayaklarına görünmez prangalar takmıştı tüm takımın. Tüm hafta bu maç konuşulmuş, herkes bir şeyler söylemişti ama son sözü futbolcular söyledi sahada. Bu farklı yenilgi, saunadan sonra soğuk duş etkisi yaptı takımda. Her hafta içi "Bu hafta kesin geleceğim. Maç neredeydi?" diyenlerin sürekli çıkan işleri yine çıkmıştı. Belki de ilk defa taraftarsız olmak koymadı takıma. Çünkü konuşacak ve düşünecek başka şeyler vardı.

Ulusoy maçı öncesi konferans salonunda yenilen 9 gol izlendi. Hatalar konuşuldu, herkes görüşlerini söyledi. Yapılan hiçbir antremana tam kadro çıkamayan takım, bir eksik de Ulusoy maçında verdi. Kırmızı kartlık bir pozisyon sonrası defansın omurgasında bir kayma oldu. Tansiyonun tavan yaptığı maçta az hata yapan Telpa sahadan 8-3 galip ayrıldı. Tribünde gülen yüzlerin sayısı artmaya başlamıştı.

Bıçakçılar Medikal maçı Telpa için bir formaliten fazlası değildi. Grubunda 2. olması kesinleşen Telpa'nın elinde 2 takımdan birini turnuva dışına itecek güç vardı. Ya "zaten çıktım boşvermişiliği" ile oynayacak ve Bıçakçıların umutlarını bir sonraki tura taşımasına izin verecek, ya da her zamanki gibi "her zaman, her yerde, sonuna kadar mücadele" diyecek ve hak edenin bir üst tura çıkmasını sağlayacaktı. Bıçakçılar için üst turun vizesi sadece galibiyetti. Attığı golü korumak ve maçı bu skorla bitirmek için elinden geleni yapan Bıçakçılar, Telpa'nın 2. yarıdaki baskısına dayanamadı ve gardı düştü. Retürk bu skor sonrasında çeyrek final vizesi almıştı.

Grup maçlarını 1 yenilgi ve 4 galibiyetle 2. sırada tamamlayan Telpa'nın rakibi A grubunu 3. sırada tamamlayan Opel Gerçek'ti.


Seyirci sayısının tavan yaptığı bu maçta Telpa maça oldukça kötü başladı. Ne olduğunu anlamadan yenen 2 gol sonrasında taraftarlar da futbolcular da neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Bu iki golün tokat etkisi gecikmedi ve toparlanan takım izleyicilere 6 gol izletti. Rakip Opel Gerçek'ti ama asıl gerçek Telpa yarı finaldeydi. Maç sonunda saha içindeki sevinci tarif etmek için seçilecek hiçbir kelime bunu tam olarak anlatamayacaktı.

Yarı finalin heyecanı herkesi sarmıştı. Bu maçı kazanmak demek kupanın bir kulbundan tutmak demekti. Bunu başarmak için salı ve cuma günü yapılan antrenmanlar kıran kırana geçiyor, herkes elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordu.

Ve sonunda maç günü geldi çattı. Herkes adı konulmamış bir tedirginlikle maçı kazanacağımızı söylüyordu ancak kaygı suratlardan okunuyordu. Çünkü rakip ilaç devi Novartis'ti. Novartis grubunu lider bitirmiş, hiç yenilgi yüzü görmemişti. Zaten amaçları da Telpa'yı geçip bir başka ilaç devi olan Bilim İlaç ile final oynamaktı. Telpa'nın ise onlara hediyesi 3.lük-4.lük maçı oldu. Belki yüzlerce halı saha maçında oynamış, bir o kadarını da izlemiş insanlar için çok sıra dışı bir maç oldu. Halı sahada bir maçı 1-1 bitirebilmek için ya skor 1-1 olduğunda maçı bitirsiniz ya da tamamen bir kontrol oyunu oynarsınız. Telpa'nın da Novartis'in de yaptığı tam anlamıyla buydu; kontrol oyunu.

İlk yarısında gol sesi çıkmayan maçın 2. yarısında Telpa öne geçti. Oyun tam Telpa'nın istediği gibi giderken bir serbest vuruş golü skoru eşitledi. Kalan dakikalarda yenilecek bir golün telafisi mümkün olmadığından iki takım da kontrol oyununa devam etti. Hakemin son düdüğü "finalisti penaltılar belirleyecek" dedi.

Penaltılar belki de tunuvada adrenalinin en yükseğe çıktı andı hem futbolcular hem de takıma inanan taraftarlar için. Saha içinde ve saha dışında herkesin gözü, gönlü ve kalbi kalecide ve penaltıyı atan oyuncudaydı. Sinerjinin ne demek olduğunu öğrenmek için harika bir ortamdı. Kalecinin sağ doğru atlayışı ve topun çizgiyi geçmesine engel olduğu anın sonunda büyük bir uğultu duyuldu. Sevinç ve hüzün bir arada yaşanıyordu.

Son penaltı atılırken herkesin aklına antremanda kaçan penaltılar geldi. Kısa bir koşu. Sahaya girip finalist olmanın coşkusunu yaşamak isteyen yedek oyuncular. Orta çizgide maratona başlamak için hakemin işaretini bekleyen koşucuların psikolojisiyle oturmuş oyuncular ve teknik ekip. Tribünde heyecanla, duayla, bakan, bakamayan seyirciler. Ayak içi bir dokunuş. Topun kaleye başlayan bitmek bilmez yolculuğu. Umutlu bakışlar. Topun ağları okayışı. Ve coşku ve çığlıklar ve sarmaş dolaş futbolcular ve sarmaş dolaş taraftarlar.

Rakibi teselli eden eller, gülen yüzler.

"Bizler inandık, sizde inanın"

Finalde yalnız bırakmayın.

25 Mart 2010 Perşembe

Bu Derbinin Adı "Dünya Derbisi" Değil "Özhan CANAYDIN Derbisi" Olsun.

Değer yaratmak yerine başkalarının yaptıkları makyajlayarak bir şeyler ithal etmek sıkça başvurduğumuz bir yol. Pek çok alanda karşımıza çıkan bu durumu kabullenmek de bu değirmene su taşımaktan başka bir şey değil. Bize uymayan, bizden olmayan şeyleri üstümüze giymeye çalıştıkça en basit tabirle "gülünç" oluyoruz. Sadece orasına burasına "Törkiş" ekleyerek biçilen donlar emanet duruyor.

Başına "Törkiş" koyduğumuz değerlerden biri de "El Classico". Fenerbahçe - Galatasaray ne zaman karşı karşıya gelse dışardan devrişme "Törkiş El Classico" başlıkları manşetleri süslüyor. Bununla kalmadığımız gibi maalesef buna inanıyoruz da. Bir "dünya derbisi" olarak lanse ediliyor bir kaç sezondur bu karşılaşma.

Bir şeyin "dünya derbisi" olması için İspanya ve Azerbaycan'dan başka ülkelerde de canlı yayınlanması gerekmez mi sizce de? Kendi ligimizin en büyük spor olayı olabilir ancak bunu "dünyanın en büyük derbisi" ambalajıyla sunduğunuzda ortaya bir mantık hatası çıkmaz mı?

Arjantin’deki insanların saat farkından dolayı sabahladığını falan yok. Londra'da her pubta bu maçı heyecanla bekleyen futbol severler yok. Tüm Orta Doğu karşılaşma öncesi İbrahim Tatlıses şarkıları ile coşup kendini bu büyük maça hazırlamıyor.

Time dergisinin anketinde Atatürk'ü yüzyılın lideri seçtirmek yapılan "şuraya gir, oradan buna tıkla, çıkan listeden Atatürk'ü işaretle sonra "vote" yazan yere bas" tarifleri ile yapılmış bir oylama kadar anlamsız ve manasız. Kendi kendimize yaptığımız propagandanın basına tiraj dışında bir getirisi de yok.

"Dünya Derbisini" bir kenara bırakalım, Türkiye derbisi olarak düşünelim. Son 5-10 maçtan aklınızda kalan nedir? Mayıs ayında "sağanak" altında oynanamayan futbol, kafasına dikiş atılan hakem, her an ha çöktü ha çökecek diye bakılan tribün, Lincoln - Volkan kavgası, Cristian - Arda düeti, hafızaya ilk hücum edenler. Peki ya futbol?

Taraftarların, iki takımdan birinin hiçbir iddası olmasa bile bu maça hazırlanışları çok farklı oluyor. Ancak bu hummalı ve istekli bekleyiş her zaman mutlu bitmiyor.

Aklımın ermediği dönemlerin futbolunu, babamın anılarından ve açık olduğu zamanlarda youtube'dan öğreniyorum genelde. Bu öğrenim sırasında babamın anlattığı bir anı, her zaman çok anlamlı geliyor bana futbolsuz futbol maçları sonrasında.

"Geçmiş yıl, hatırlamıyorum ancak maç Galatasaray maçıydı. O zaman tabi biletix vs. yok. Biletler stadın giriş kapısında satılıyor. Gümüşsuyu'ndan stad göründü. Öğrencilerin o zamanki durağı açık tribüne doğru yürüdüm. İnanılmaz bir kuyruk vardı. Maçı kazanan neredeyse şampiyonluğu garantileyecekti. Kuyruklar arasından bir tanesini seçtim. İçim içime sığmıyor, sıra geçmek bilmiyordu. Sonra bir sıra fark ettim, oldukça seri hareket ediyordu. Önümdeki ve diğer sıralardan bir kaç kişi oraya geçince ben de o sırada buldum kendimi. Sıra hızla ilerliyordu, heyecan içinde stada doğru yaklaşıyordum. En sonunda sıra, kapalı bir gişeye götürdü beni. O gişe bir kaç dakika açık kalmış, hemen bir sıra oluşmuş ve uzamıştı. O kalabalıkta kapalı gişeyi gören bir küfür sallayıp bıraktığı kuyruğun daha da gerisine yollanıyordu"

Son dönemdeki "dünya derbileri" de aynı bu şekilde, ne futbol olarak ne de fair play olarak bize verdikleri, taraftarların maçı izlemek için sarf ettiği çabayı karşılıyor. Futbolda saha içinde de saha dışında da ne kadar çabalarsanız çabalayın istediğiniz sonucu almanız garanti değildir. Futbolda bir hata bütün beklentileri bir anda boş çıkabilir. Ve tek bir an kalır hafızalarda.

Özhan Canaydın'dan aklımda kalan tek an o durumda "o eli sıkması"dır. Sahip Somlar, Fatih Terimler, Lukunkular, stad maketleri, krediler, borçlar "o eli sıkabilmenin" yanında sadece teferruattır. "O eli sıkmak" sizi iktidardan edebilir, binlerce kişi küfür edebilir ama ben sadece teşekkür ediyorum.

Türk futbol tarihi, kavgalar, anlamasız demeçler, ölen taraftarlar ile birlikte o kazanmayı da kaybetmeyi de bilen "eli" asla unutmayacaktır.

Eskiden derbi demek maç saatine kadar eski maçları izlemek ve alt yazıdan kavgaları takip etmekti. İki takımın taraftarları maç öncesi birbirine girer, akşam da derlenen görüntüler, "sahalarımızda görmek istemediğimiz hareketler" klişesiyle başlar "ezeli rakip ebedi dost" masalı biterdi. Günler önceden istatisklerle maç hakkında bilgiler verilir, gazetelerin spor servisleri “ustalara derbiyi soradı”.

Taraftar kavgalarını bir nebze olsun kanıksamıştık ve münferit olaylar olarak değerlendiriyorduk. Ancak bu olayların bu gün tribünlere hatta sahanın içindeki futbolculara kadar sıçraması gerçekte bir “dünya derbisi” ise bizi dünyaya rezil edecek seviyede.

Bu maçlar öncesi tansiyon ne kadar yükselirse futbol oyun anlamında o kadar alçalıyor. Her zaman bize güzel bir maç vaat eden bu derbi, son yıllarda gerilimi çok futbolu az ekşi bir tat bırakıyor ağzımızda.

Yılın en önemli spor olayı olarak yazılı ve görsel basında kendine yer bulan bu derbiye anlam ve futbol yüklemek yine basının elinde. Gençler için derbiyi şiddet ortamından çıkartıp, futbolun “spor” yüzünü gösteren bir gösteriye dönüştürmek için yapılması gerekenler için hala geç değil. İşe yılda 2 kere oynana bu derbilere isim vermekle başlayabiliriz.

Her sene ev sahibinin bir efsane ismi ile anılabilir bu derbi. TSL Galatasaray – Fenerbahçe Özhan CANAYDIN derbisi yahut TSL Fenerbahçe – Galatasaray Lefter Derbisi gibi.

Hatta Turkcell Süper Lig sezonları bile bir önceki sezonun şampiyonundan bir isim alarak başlayabilir. Turkcell Süper Lig 2010- 2011 Süleyman Seba sezonu gibi.

Fantezinin sınırlarını zorladığımın farkındayım. Daha biz reklam kokan “yılın futbolcusu” ödüllerini kolejlerin konferans salonlarında aynı sezonda 12 farklı futbolcuya veren bir yapıdayız. Yıldırım Demirören’in yılın spor adamı ödülü aldığı bir mekanizmadan bu kadar sağduyu beklemek biliyorum, hayalcilik.

Sadece Galatasaray değil tüm futbol camiasının başı sağ olsun. En yukarıdakinden, mahalle arasındaki boşlukta futbol oynayan 6 yaşındaki çocuğa kadar herkesin fair play adına Özhan Canaydın’dan öğreneceği daha çok şey vardı.

Huzur içinde yat. O eli sıkan “ellerini” öpüyorum.

24 Mart 2010 Çarşamba

Dünya Kupasında "Hat-Trick" Yapmak

Bir golcü için en heyecan verici an, vuruşu yaptıktan sonra topun kaleye doğru süzüldüğünü izlemek ve sevinmek için hazırlık yapmaktır. Bu sevinci bir maçta 3 kere yaşayan futbolcular istatisklerin “hat-trick” hanesinde ölümsüzleşir.

Dünya Kupası belki de yapılan “hat-trick”lerin en fazla sansasyon yarattığı turnuva. 19. Dünya Kupasının başlamasına sayılı günler kala geride kalan 18 turnuvanın “hat-trick” raporunu çıkartacak olursak, aşağı yukarı oynanan 700 karşılaşmada 48 kez “hat-trick” yapıldı.

Bu 48 “hat-trick”ten ilki 1930 Dünya Kupasında yapıldı. 2006 yılına kadar bu unvan Arjantinli Stabile’deyken FIFA’nın 2006 yılında yaptığı açıklama ile 19 Temmuz 1930’da oynan Paraguay maçında 3 gol atan ABD’li Bert Patenaude bu unvanı 66 yıl sonra aldı.

Sándor Kocsis (1954); Just Fontaine (1958); Gerd Müller (1970); ve Gabriel Batistuta (1994 ve 1998) birden fazla “hat-trick” yapan oyuncular. Batistuta iki farklı Dünya Kupasında “hat-trick” yapan tek futbolcu.

Türk futbolseverlerin ağzına bir parmak bal çalıp sakatlanan Rus Oleg Salenko, İstanbulspor’a “Dünya Kupasındaki bir maçta en çok gol atan futbolcu” apoleti ile geldi. Rusya’nın Kamerun’u 6-1 yendiği 1994 Dünya Kupası maçında tam 5 atan Salenko’nun yaptığı “hat-trick”ten fazlasıydı.

İlk milli maçını bir Dünya Kupasında oynamak ve bu ilk maçta 3 gol atmak Dünya Kupası tarihinde sadece Arjantinli Stabile’ye nasip oldu 1930 Uruguay’da.

Oynadığınız takımın attığınız onca gole rağmen maçtan mağlup ayrılması kadar sarsıcı bir şey yoktur sanırım. Hem “hat-trick” yapacaksınız hem de yenileceksiniz. Sevinç ve üzüntü arasındaki ince çizgide cambazlık yapmak zorundasınız. Bu cambazlık mertebesine sadece 3 futbolcu çıkabildi. 1938 Dünya Kupasında Ernest Wilimowski, Polonya formasıyla Brezilya’ya 4 gol atmasına rağmen maç sonunda yenilen taraftaydı çünkü Brezilya’nın 6 golüne engel olamamışlardı.


İsviçreli Josef Hügi, 7-5 kaybettikleri Avusturya maçında 3 gol atarak “hat-trick” yaparken bu maç aynı zamanda, Türkiye’nin de katıldığı 1954 İsviçre’nin en gollü maçı olmuştu. 1986 Meksika Dünya Kupasında SSCB’nin turnuvaya 2. Turda veda ettiği Belçika maçında Igor Belanov 3 gol atarak kendi adına takımı için yapabileceği herşeyi yapmıştı. Ancak Dassayev’in performansı Belanov’a ayak uyduramayınca Avusturya, SSBC’yi 4-3 ile kıtalar arası yolculuğa erken çıkardı.

Bir futbol severi maç izlerken heyecanlandıracak pek çok şey içinden en kendinden geçireni goldür. Maç izlerken bir “hat-trick”ten daha heyecan verici olan 2 “hat-trick”tir. Bir maçta 2 farklı futbolcunun gol düellesuna girişip karşılıklı “hat-trick” yaptıkları maç sayısı 3. Bunlardan biri 1938 Dünya Kupasında Küba’yı 8-0 geçen İsveç’in 2 oyuncusundan geldi. Gustav Wetterström ve Tore Keller attıkları 3’er golle 8 golün 6’sına imza attılar. Aynı turnuvanın ilk tur maçlarında karşı karşıya gelen takımlardan Brezilya, Polonya’yı uzatmaların sonunda 6-5 geçmeyi başardı. Brezilya’nın 6 golünden 3 tanesini Leônidas kaydederken, Polonyalı Ernest Wilimowski takımının 5 golünden 3 tanesinin sahibiydi.

1954 Dünya Kupasının çeyrek finalinde Theodor Wagner ve Josef Hügi attıkları 3’er golle 7-5’lik maçın gol yükünü çektiler. Ev sahibi İsviçre’nin Avusturya’yı yendiği maç, aynı zamanda birden fazla “hat-trick” yapılan son karşılaşma oldu.

Her turnuvanın tartışmasız favorisi (!) İngiltere, kaybedenler kulübünün en kıdemli üyesidir. Dünya Kupasına başlarken tüm dünya İngiltere’nin kazanacağına inandırılır, elenir, yeniden favori olmak için bir sonraki Dünya Kupası beklenir. Bu 3’lü evrenin tek istisnası 1966 Dünya Kupasıydı. Geoff Hurst bu döngüyü Dünya Kupası finallerinde 18’, 101’ ve 120’. Dakikalarda attığı 3 gol ile kırdı. Batı Almanya karşısında kazanılan bu zafer “evine dönen futbolun” ilk ve tek zaferiydi. Bu gollerle Hurst, Dünya Kupası finallerinde “hat-trick” yapan ilk ve son oyuncu oldu.

1954 Dünya Kupası 8 kere ile en çok “hat-trick” yapılan turnuva oldu. Bu anlamda bir diğer “hat-trick” rekoru ise henüz dakikalar 24’ü gösterdiğinde Erich Probst'un attığı 3 golle Avusturya’yı Çekoslovakya 4-0 öne geçirerek turnuva tarihinin en erken “hat-trick” yapan oyuncusu oldu.

En hızlı “hat-trick” yapan oyuncu ise (69’, 72’, 76’) 7 dakikada attığı 3 golle Macar László Kiss oldu. El Salvador karşısında alınan 10-1 ‘lik galibiyetin yanında Kiss’in yaptığı “hat-trick” fazla sansasyon yaratmasada tarihe 7 dakikada “hat-trick” yapan oyuncu olarak geçmesini engellemedi. Ayrıca oyuna sonradan girip “hat-trick” yapan oyuncu ünvanı da László Kiss’e ait.

Teknolojinin gelişmesiyle futbol istatiklerinin daha detaylı ve doğru izlenmeye başlamasıyla alakalı mıdır bilinmez ancak, tamamı kafa ile atılan gollerden oluşan “hat-trick” sayısı sadece 2. 1990 Dünya Kupasında Tomáš Skuhravý ve 2002 Dünya Kupasında Miroslav Klose attıkları 3’er kafa golü ile futbol tarihinde yerlerini aldılar.

Pele’nin bir Dünya Yıldızı olacağını, “hat-trick” yapan en genç oyuncu olmadan, Halit Kıvanç usta keşfetmişti. 1958 Dünya Kupasında, 18 yaşına girmesine 121 gün kala Fransa karşısında attığı 3 gole Halit Kıvanç da en az Pele kadar sevinmiştir sanırım.

Dünya Kupalarında “hat-trick” yapan en yaşlı futbolcu ise 34 yaşına 206 gün kala Küba’ya attığı 3 golle İsveçli Tore Keller’dir.

Dünya Kupaları tarihinin son “hat-trick” yapan oyuncusu Portekizli Pauleta oldu.

Tüm bu gollerin, karnavalın, sevinçlerin içinde belki de hatırlanması gereken ilk kişiyi sona bıraktım; Burhan Sargın. 1958’de Kore’ye attığı 3 golle milli takımımızın ilk ve tek “hat-trick” yapan oyuncusu. Darısı 2014’te diğer futbolcularımızın başına.

18 Mart 2010 Perşembe

Dünya Kupası Gol Kralları #1 1930 - Guillermo Stabile


Stabile, 17 Ocak 1905'te Arjantin'de dünyaya geldiğinde onun ilk dünya kupasının gol kralı olacağını kimse tahmin edemezdi.

15 yaşında Huracan'da futbola başlayan Stabile, 1925 yılında ilk profesyonel maçına çıktığında henüz ilk Dünya Kupasına 5, bu fikrin doğmasına ise 3 yıl daha vardı.

Futbola sağ kanat olarak başlayan Stabile, zaman içinde bir forvete dönüştü. Bu dönüşüm sırasında 2 kupanın kazanılmasında büyük pay sahibiydi. 1930 yılına kadar Huracan forması giyen Stabile Dünya Kupasından önce hiç milli formayı giymedi.

1930'da Uruguay'daki kupada Arjantin A grubunda yer aldı ve rakipleri ; Şili ve Meksika ile birlikte Fransa'ydı.

15 Temmuz 1930'daki Arjantin - Fransa maçında Stabile yedek kulübesindeydi ve ilk milli maçı için 4 gün daha beklemek zorundaydı. O maçı Monti'nin golüyle 1-0 kazanan Arjantin ilk kupaya iyi başlamıştı.

Büyük gün gelip çatmıştı Stabile için. Roberto Cherro'nun hesapta olmayan sakatlığı sonrasında Stabile kendini sahada buldu. Maçın 8. dakikasında bulduğu golle hem kendisinin hem de Arjantin'in ilk golünü attı. Daha sonra 45. ve 80. dakikalarda bulduğu 2 golle ilk maçını 3 golle tamamladı. Maç 6-3 bitti ve turnuvanın en gollü maçı oldu.

Stabile 1966'da öldüğünde kendisini Dünya Kupasında hat-trick yapan ilk oyuncu sanıyordu ancak 2006 yılında FİFA, Amerikalı Bert Patenude'un Stabile'den 2 gün önce hat-trick yaptığına 76 yıl sonra kanaat getirdi.

22 Temmuz'da Şili ile oynan maçta 2 gol daha bulan Stabile, 2 maçta 5 gole ulaştı. Şili'yi 3-1 ile geçen Arjantin 3 maçta 10 gol ve 6 puan ile grubu lider bitirdi. Stabile, Arjantin'in attığı gollerin yarısına imza attı.

Yarı finalde D Grubunun lideri ABD ile karşılaşan Arjantin Stabile'in 2 gol attığı maçı 6-1 kazanarak ilk dünya kupasının ilk finalisti oldu. Stabile ise 3 maçta 7 gole ulaştı.

30 Temmuz'da yapılan finalde ev sahibi Uruguay, rakibi Arjantin'i 4-2 ile geçip ilk kupanın ülkeden çıkmasını önledi. Stabile ise 37. dakikada bulduğu golle 4 maçta 8 gol atarak adını futbol tarihine yazdırdı.

Bu final maçı Stabile'ın milli takım kariyeri için de bir nevi finaldi. Arjantin formasını giydiği son maç bu final karşılaşması oldu. Dünya kupasının ilk gol kralı olmasının yanında Dünya Kupasında oynadığı tüm maçlarda gol atan tek oyuncu oluyor Stable. Ona en çok yaklaşan isim ise 5 gol atan Uruguaylı Cea oluyor.

Milli formayı sadece dünya Kupasında giyen bir futbolcu bulmak sanırım imkansız. Bunun tek istisnası oluyor Stable.

Sadece 4 maçta 8 gol atan bir Dünya Kupası yıldızı.

İlk kez bir Dünya Kupasında hat-trick yapan ve 76 yıl sonra "pardon" denen bir latin

16 Mart 2010 Salı

Taraftar için mi Futbol, Para için mi Futbol?

Lise yıllarım anlamsız bir ikilemin içinde geçti diyebilirim. Ortamala bir yaramaz öğrenciden fazlasıydım o yıllarda ve maalesef ki bu potansiyelimi en iyi bilen insan babam, edebiyat öğretmenimdi.

Onun derslerinde oldukça sessiz, soru sorulmadıkça konuşmayan, dersin sonlarına doğru sıranın altında ayakkabılarımı kramponlarla değiştiren biriydim. Öğlen arasındaki maç için zaman kaybetmek istemezdim.

O derslerden aklımda kalan en gereksiz tartışma ise "Sanat için sanat mı, halk için sanat mı?" tartışmasıydı. Yazılanlar, söylenenler halka bir şey katmalı mıydı yoksa bunları yazanları, söyleyenleri zihinsel olarak tatmin etse yeter miydi? Genelde bu tartışmalar yapılırken defterin arkasına kadrolar yapardım.

Sanat için, benim için, hatta para için yapılan sanatlardan zevk aldım zaman zaman. Ancak hiç bir şarkı, hiç bir konçerto, hiç bir söz bir tribün bestesi kadar gerçek gelmedi bana. Resimden pek anlamam ama hiç bir fırça darbesinin tuala dokunuşu Maradona'nın ayağıyla topu okşayışı kadar çekici gelmedi.

Peki bu gün futbol kimin için oynanıyor? Futbol için mi oynanıyor futbol, yoksa onu izleyen taraftar için mi?Bu sorunun cevabı oldukça basit. Bu gün "oyun"un içinde olan herkes -taraftar dışında- para için oynuyor. Tanju, Emre, Feyyaz gibi simge oyuncuların bir gecede bir takımdan başkasına gittiğini biliyoruz. Bu konuya özel bir ilginiz varsa Tarkan Kaynar'ın “Futbolun Bukalemunları” kitabına göz atabilirsiniz.

Teknik adamların rolü ise çok daha kısa süreli. 2-3 teknik direktör dışında ülkemizde kulübü ile birlikte anılan teknik adam neredeyse yok. Kulüp sadakatini ön planda tutan, parayı önemsemeyen kaç teknik adam var acaba dünyada?

Yönetici olmak ise başlı başına "ne ekersen onu biçersin" ekseninde bir durum. Önce paranın ucu gösterilir, yönetime girilir. Protokolde yer almanın, medyada bu kadar bedava reklam yapmanın tabi ki bir maliyeti olacaktır. Başkan olduğu zaman tüm parasını son kuruşuna kadar kulübü için harcayıp ardından da cesedi 1 hafta sonra komşuları tarafından bulunan kulüp başkanı var mı?

Yani kısacası, taraftarı dışarıda bırakan bir para döngüsü var futbolda. Taraftar bu döngüye sadece cebindeki parayı aktaran bir figüran.

Peki taraftar neden cebindeki parayı aktarır o döngüye? Peki insan neden taraftar olur? İsmini seçemeyen, annesini babasını, doğacağı yeri seçemeyen insanın belki de aklı ermeden yaptığı ilk seçimdir. O yaşlardaki seçimlerde babanın, amcanın, mahallenin abilerinin etkileri görülür.


Mahalledeki ilk arkadaşlarımı mavi bir plastik topun ardında koşarken edindim. Hepsinin renk renk formaları vardı. Bir gün babamdan bana forma almasını istedim. Sanırım 5 ya da 6 yaşındaydım. Formayı getireceği gün akşam olmuyordu. Sonunda elinde gazete kağıdına sarılı bir paketle geldi. Paramçarca edercesine açtığım paketin içinden yün siyah-beyaz çizgili bir forma çıktı. Ben öyle taraftar oldum.

Kimileri takım tutmayı, bir takıma tutkun olmayı ilk kez bir kıza aşık olmaya benzetir. Ben o "kimilerine" katılmıyorum. Tanıdığım erkeklerin hepsi birden fazla kıza âşık oldu ancak takımları bildim bileli aynıydı. Arada bir tuttuğu takımı değiştirenlere de şahit olmuşluğum var ama bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azlar.

Bir Fenerbahçe'li takımına kızar ama gidip daha iyi olan bir takımı tutmaz, Galatasaray'lı teknik direktörünü sevmez ama gidip en başarılı en karizmatik teknik direktörün olduğu takımı tutmaz. Bir Beşiktaş'lıya başkanından gına gelmiştir ama "al birini vur ötekine" der. Hala Şenol Güneş'i Trabzonspor'un kalecisi sananları bile biraz kışkırttığınızda hemen takımını koruma refleksiyle üstünüze gelirler.

Değil hisse senedi, kıssadan hisse bile alamayacak insanların borsada takımlarının değeri yükseldikçe yaşadıkları gurur bile taraftarlığın aslında en saf sevgilerden biri olduğunun kanıtı.

Bir taraftar takımının en kötü zamanında taraftarlığını bir palto gibi çıkartıp portmantoya assa bile yeni bir şey giymez üstüne. Üşür, titrer ama giymez. Vizontele filmdeki bir repliktir aslında taraftarlık. "İnsan doğduğu yeri neden sever? -Başka çaresi yoktur da ondan." Bir kere taraftar oldun mu, bir kere o virüse yakalandın mı, başka çaren yoktur.

Taraftara mikro da bakılsa makro da bakılsa aynıdır. Kim toplayabilir her hafta 50.000 kişiyi? Farklı görüşlerden, farklı dinlerden, farklı ekonomik sınıflardan, o takım dışında başka hiç bir birleştirici özelliği olmayan 50.000 kişiyi.

İster küçük bir semt takımı olsun, ister dünyanın en büyük takımı ilk düdük ve son düdük arasındaki 90 dakika için yaşar herkes bir hafta. O 90 dakikada takımı çok güzel oynasın, hırslı oynasın, sahada ayak basmadık yer bırakmasın ister. Son 2 dakikada bile ilk dakikadaki gibi oynasın ister.

Taraf olmak bedel ödemektir. Sahaya iki takım çıkıyorsa, biliyorlardır ki o sahada 3 ihtimal vardır. Yenilmek, kızdırılma, dalga geçilmek belki dayak yemektir. Sahaya gaspçı gibi girmek, ne ana bacı sövmek, ne de tribünden adam atmaktır.

Madem bu gönül işidir, yapamıyorsan bırak.

10 Mart 2010 Çarşamba

Tarafını Seç.! Lige Tepeden Bir Bakış

Genel olarak ligin alt tarafı yapılan için "cadı kazanı" benzetmesi erteleme maçları sonrası artık ligin üstü geçerli bir benzetme.

Ankaraspor'un kısa yoldan Türk futbol tarihinden silinmesi, Denizlispor'un teknik direktör kıyımı sonrasında aşağıda durum bir nebze olsun durgun. Ligin son haftalarına doğru orta sıra takımlarından tulum çıkartağı kesin olan küme düşme hattındaki takımlara olan ilgi bu sene ligin tepesine kayacak gibi görünüyor.

Futbolu her ne kadar buraya tarafsız yazmaya, olayları objektif değerlendirmeye çalışsak da çoğumuzun futbol dünyasına açılan bir penceresi var. Bu pencere çerçevesinden yaşıyoruz futbolu. Bu gün yaşadığımız futbol ortamında ikiden fazla takımın şampiyonluk mücadelesinde olması pek alışık olduğumuz bir şey değil. Genel olarak 3 takımın şampiyonluk paralosıyla girdiği ligte ilk yarıda bu 3 takımdan biri havlu atar, kalan iki takım da sezon sonuna kadar hem saha içinde hem de dışında tam manasıyla kapışırdı. Artık bu ezber bozulmaya başladı. Önceki iki sezonda ezberi bozan Sivasspor oldu. Ancak bu yine 2 takımlı yarışa engel olamadı. Henüz ligin 2/3'lük kısmı bitmiş olsa da oluşan tablo sonrası zevkten 4 köşe olmayan birileri varsa onun futbol sevgisinden şüphe etmek gerekir. Beşiktaş'ın geçen seneki şampiyonluğu rakibinin İstanbul dışından bir takım olmasına bağlandı. Bu sezon ise ligi kazanacak takım bu "küçümsemeye" maruz kalmayacak en azından.

Peki bir taraftar olarak istediğimiz nedir? Bu yarışın sonuna kadar sürmesi ve iyi olanın şampiyon olması mı? Rakiplerin her hafta yenilip, tuttuğumuz takımın açık ara şampiyon olması mı?

Gizli lider Bursaspor'un bu işi nereye götüreceği çok önemli. Karmaşık puan hesaplarına, kahinlik yapmaya gerek yok. Burada sorulması gereken soru hangi takım şampiyon olursa Türk futbolu ne kazanır?

İstanbul'un 3 takımınından birinin şampiyonluğunun Türk futboluna sağlayacağı katma değeri sanal terazinin bir kefesine, Bursa temsilcinin şampiyonluğunun getirilerini diğer kefeye koyun. Sizce hangisi daha ağar basıyor?

Ben tuttuğum İstanbul takımının şampiyon olmasını istemiyorum? Ben takımımdan iyi futbol istiyorum. Ben defansın önünde 3 tane önlibero oynamasın istiyorum. Ben rakip alanda üs kuran, şut atan, rakibe önde basıp onu çıkartmayan, baskıdan bayıltan bir takım istiyorum. Ben altyapıdan gelen oyuncuların takasta değil rotasyonda kullanıldığı bir takım istiyorum. Ben yıldız transferi yapan, sonra FİFA'lık olmadan kar ederek satan bir takım istiyorum. Ben yurt dışına yıldız satan bir takım istiyorum. Başkanlık seçimlerinde kimin başkan olacağını umursamadığım, çünkü kim gelirse takımımı en iyi şekilde yöneteceğini bildiğim bir takım istiyorum.

Eminim ki İstanbul'dan bir şampiyon çıkarsa bu sezon, yukarıda saydıklarım için hiç bir adım atılmayacak. Çünkü Avrupa'da 2 tur, ligte şampiyonluk geçer nottur bizim ülkemizde. Avrupa kupalarında sadece 2 kez final oynadığımız gerçeğini göz ardı edersek, "Türk futbolu için tarihi bir gece" klişeleri ile dolu tv arşivleri. Ama bu bant çöplüğü içinde sadece bir yarı final başarımız var. Çeyrek final eşiğini aşamamış olmak düşündürücü.

Şampiyonluğu İstanbul'dan uzaklaştırmak Türk Futbolu için belki de bir zihniyet devriminin başlangıcı olacaktır. Çünkü birşeyin yapılabileceğine inanmakla başlar herşey. Onun ulaşılabilir olduğunu anlamak hedefi ona ulaşmak için revize edilebilir hale getirir.

Taraftar olmak, bir ilişkide her zaman fedarlık yapan, fazla seven aşık olmaktır. Ve maalesef aşkın gözü kördür.

6 Mart 2010 Cumartesi

"Su" Hayattır, Temizler..


Yılmaz Vural'ın Daum'un İstiklal Marşını söylemesi üzerinden yaptığı yorumlar basınımızda oldukça yer buldu. Daum'un İstiklal Marşına iştirak etmesini yalakalık gören Vural'ın yanıldığı nokta ise Daum'un ister istemez bunu ezberlediği gerçeğidir.

Herhalde Avrupa'da ülkesini en çok seven ulus biziz. Dünya iletişim dünyası ve haftada yaklaşık 10 farklı ülkenin liginden 40'a yakın karşılaşmayı takip etmek şansına sahibiz. Ne Almanlar, ne tek kelime başka dil konuşmadıkları için eleştrilen Fransızlar ne de kibirli İngilizler maçlarından önce milli marşlarını söylüyorlar.

Diyarbakır'daki maç öncesinde seramonide yaşananlar olacakların habercisi gibiydi. Ülkeye milli marşı armağan eden Mehmet Akif'in, Türkiye'den kilometrelerce uzaktaki kemikleri sızlamıştır. Belki mısraları ıslıklandığı için belki de...

Türkiye'de futbolun gerilim ve kaostan beslendiğini düşünenlerin sayısı hiç de az değil. Bu gerilim ve kaos "futbolun sadece bir oyun" olmaktan uzaklaşmasından ve ulaştığı geniş kitleleri yönlendirme aracı olarak en etkini olmasından güç alıyor.

Ligin ilk yarısında Bursa'da yaşananlara ne tepki verdiysek, Diyarbakır'da yaşananlara da daha azını vermek haksızlık olur. Bir tribün düşünün ki binlerce kişiyi içinde barındırıyor. Bu kişilerin siyasi görüşleri, hayata bakışları, ekonomik durumları birbirinden çok farklı. Sokakta birbirinden siyah ve beyaz kadar farklı olan bu kişiler tribünde tek vücud olup kin ve nefret haykırıyorlar.

Diyarbakır'da olanların sebebini sadece Diyarbakır'da mı aramalıyız? Ülke gerçeklerinin trübündeki tezahürü sadece stadı dolduran ve İstiklal Marşı'nı ıskılayanların suçu mudur? İnsanları yaftalayanların, sırf doğdukları yer orası diye o insanları ıskalayanların hiç mi suçu yok? Schindler'in Listesini izlerken duygulanabilen her insanın bu ülkede yaşananlar için oturup ağlaması gerekir.

Diyarbakır'da ki tribünleri anlamak, anlatmak oldukça zor.

Sahaya atılan su şişelerine gönderme yaparak "Maçın suyunu çıkardılar", "Sudan sebeplerle ertelenen maç" gibi başlıkları okuyorsunuz, okudunuz ya da okuyabilirsiniz. Ama unutmayın ki su hayattır. Diyarbakır taraftarı bunun için Diyarbakırspor üzerinden belki bir bedel ödeyecek ve bu bedel hiç hafif olmayacak ancak atılan sular bir bakıma bir yıkanma ve arınmaydı.

Her atılan su belki anı çirkinleştirse de farklı bir amaca hizmet etti ve gelecek için birşeyleri temizledi.

Bu ülkeyi sevip de ülkesinde ölemeyenlere selam olsun.