30 Haziran 2009 Salı

Son Kale : Futbol


Futbola siyasi anlamlar yüklemekten kaçınırım genelde. Çünkü futbol oynamak için aynı dili konuşmak, aynı milletten olmak, aynı dinden olmak gibi ayıraçlar yoktur. Futbol topunun olduğu her yerde futbol oynanabilir.


Güney Afrika’daki son Konfederasyon Kupası bize gösterdi ki futbol, kıtalardan, ülkelerden, kişilerden bağımsız, tüm saydıklarımızı birbirine bağlayan tek unsur. Küreselleşmenin ulaştığı son nokta. İngiliz emperyalizminin bitirme tezi.


Konuya emperyalizm açısından baktığımızda bu gün nereye baksak, hangi taşı kaldırsak altından “Made In USA” etiketi çıkıyor.


Borsa? Wall Street. Sinema? Hollywood. Savaş? Pentagon. Uzay? NASA. Basketbol? NBA. Tenis? Williams Kardeşler. Ya futbol? …


Dünyanın Amerika karşısında tek bir kalesi kaldı. Son turnuvada sallandı, az kalsın yıkılıyordu. Brezilya, dünyanın ABD karşısındaki son kalesi futbolu kurtardı.


Obama’nın başkan seçilmesiyle özellikle ülkemizdeki ABD algısında olumlu yönde bir değişiklik gözlemleniyor. Ama eminim ki ABD’nin Kupa boyunca gösterdiği performans onun G.W. Bush kimliğinden bağımsız olarak değerlendirildi. Irak, Afganistan, Guantanamo hepsi unutuldu. Hatta “bunlar futboldan anlamaz” refleksi onları 11 Eylül’den sonra ilk defa “mağdur” rolüne soyundurdu. En ABD karşıtı, en antiemperyalist Fenerbahçeliler bile Onyewu’yu izlerken bu oyuncunun sarı-lacivertli forma giyme ihtimali karşısında heyecanlanmıştır.


Futbol, küresel bir savaşın her hangi bir cephesi ise ABD bu cephede ilk defa zafer kazanmaya çok yaklaştı. Konfederasyon kupasında final oynamayı ve futbolda da bir şeyler yapabilme potansiyeli olduğunu gösterdi ABD takımı. Oldukça genç bir kadronun ve uzun bir çalışmanın sonunda, adım adım gelinen bir noktaydı Brezilya karşısına çıkmak.


Birleşik Devletler’ deki adı geleneksel oyunları Amerikan Futbolu ile karşımasın diye “Soccer” diye adlandırılıyor. Sanıldığının aksine çok yeni olmayan futbol geçmişi, milli takımlar düzeyinde 1885 yılındaki Kanada maçı ile başlıyor. Bu maçı 1-0 kaybeden ABD, ilk resmi maçını ise tam 30 yıl sonra 1916’da İsveç ile oynuyor ve Stockholm’deki maço 3-2 kazanıyor.


“Soccer” adının yerleşmesi de ilginç. ABD’de ilk futbol federasyonu kurulduğu zaman “Association Football of US” adını alıyor. Ancak ülkedeki “futbolların” karışmasından dolayı bizim bahsini ettiğimiz futbola “SOCIATON” diyorlar ve daha sonra “SOCCER” kelimesi yerleşiyor. Pek çok insanın bu kelimeden haz etmediğini biliyoruz.


ABD’nin geçmiş jenerasyonları düşünüldüğünde hafızalara kazınan isimler oldukça az. Casey Keller, Tony Meola, Alexi Lalas, Reyna, Wynalda ve Freddy Adu ilk başta akla gelen isimler.


Pele’nin Fifa için hazırladığı yaşasan en iyi 125 futbolcu sıralamasına sadece 2 ABD’li futbolcunun girmesi pek şaşırtıcı değil, asıl şaşırtıcı olan, listeye giren Michelle Akers ve Mia Hamm adlı futbolcuların bayan olması. Türkiye’den Emre Belözoğlu ve Rüştü Rençber ’in girdiği listeye hiçbir ABD’li erkek futbolcu giremedi.


Her şekilde hayatımıza sızan, dünyanın jandarmalığına soyunan bir ülkenin futbola sızma çabaları Brezilya tarafından son 45 dakikada püskürtüldü. Sanırım ABD'nin futbol dünyasında da süper güç olma çabaları bununla sınırlı kalmayacak. Konfederasyon Kupasına CONCACAF Şampiyonu apoleti ile gelen ABD için hedef 2010 Dünya Kupası. Bakalım 2009’da Güney Afrika’da finale çıkma başarısı gösteren ABD, 365 gün sonra nasıl bir performans sergileyecek.

29 Haziran 2009 Pazartesi

Modern Zamanlarda Kölelik...

Bitti sandığımız şeyler bu yüzyılda mekan ve kılık değiştirip önümüze geliyor. Sessiz sedasız unuttuğumuz şeylerin bu şekilde itici ve habersiz yaşamımıza sızmasına hiç birşey yapamamak daha kötü.

Benim sevdiğim takımın başkanı Kunta Kinte'yi kırbaçlayan kahyadan farklı değil gözümde.

Demirören "siyah-beyaz"ın beyazı olmaya çalıştı hep. Beşiktaş'ı da anlamasız bir yarışın içine sokup, "siyah" olan, halkın parçası olan tarafını, "beyaz"laştırmak, ehlileştirmek için çalıştı. Pek çok şeyin Demirören yönetimine nasip(!) olması tesadüf müdür acaba? Del Bosque'ye ödenen tazminat, Bursaspor'a ödenecek ceza, Çarşı'nın kendini fesh etmesi. Ve bence en acısı futbolcu kıyımı.

Son olarak Serdar Kurtuluş'tan kurtuldu(!) Beşiktaş. Elimizde büyüyen, taç atarken dizleri titreyen, hatalı pas yapınca yüzü kızaran bir çocuktu Beşiktaş'a geldiğinde. Tigana'daki "potansiyeli görme yeteneği" onuda hemen keşfetmişti. Yarım sezon sonra Beşiktaş orta sahasının değişmez ismi olmuştu ve inanılmaz bir gelişme göstermişti.

Yabancılarla Fink(!) atmayı sevenler, daha ne kadar elindekini har vurup harman savuracaklar acaba.

Mehmet Topuz için servet dökenler ondan 5-6 yaş daha genç bir oyuncuyu nasıl bu kadar kolay gönderebilirler. Bu Demirören-Denizli A.Ş.'nin günü kurtarma acil eylem planının 2. aşamasıdır. "8-0" yenilmemek için yapılmış bir hamledir, onlar için tüm maçları 1-0 kaybetmek kabul edilebilir. Ama ben İnönü'de "2-1" i yaşatan takımın 8'lik olmasını hazmedebilirim.

Mehmet Topuz "İmzadan Fenerli" olduğunda Demirören kölelik düzeni üstüne bir dünya söz etti. Evet maalesef yanlış saat bile günde 2 kere doğruyu gösterir. Şimdi saatin doğruyu göstermediği yerlere bakalım.

Koray Avcı, Burak Yılmaz, Fahri Tatan, Aydın Karabulut ve son olarak Serdar Kurtuluş. Bu oyuncuların tamamı satıldıklarını medya kanalı ile öğrendiler. Yabancı oyunculara yapamadıklarını yerli oyunculara yaparak yöneticilik egolarını tatmin eden yönetimlerin esaretinde futbolcu olmak modern zamanda köle olmaya eşit.Bosman kuralları bu esareti bir nebze olsun kırsada ülkemizde sadece sözleşme bittiğinde hatırlanan ve transferi bedavaya getiren kulübün "hayır duasını alan" bir karardan öteye gitmiyor.

Ümit milli takımın asist kralı olmasına karşın gönderilen Aydın Karabulut'u, öğrenme arzusu ve iştahı üst düzeyde olan Serdar Kurtuluş'u sarı-lacivert yahut sarı-kırmızı bir forma ile İnönü stadında görme ihtimalimiz çok yüksek.

Demirören'in en iyi başkanlık sergilediği dönem doğduğu 1964 yılı ile 2004 yılları arası sanırım.

Teşekkürler başkan.

25 Haziran 2009 Perşembe

Dağ "Tavşan" Doğurdu... Javier Saviola


Bilgisayarın ve internetin hayatımıza girmesi ile birlikte sanal aşklar kalesinin kapıları ardına kadar açıldı. Uzaktan sevmenin cazibesine kapılanların sayısı hiçte azımsanacak kadar değildi. Bunu cazip kılan ne olduğunu, kim olduğunu bilmediğin birini kafanda istediğin gibi canlandırma özgürlüğüne sahip olmak olabilir.


Ben de öyle sevdim onu. Uzaktan, neye benzediğini bilmeden ve çalıştırdığım her takıma almaya çalışarak. Championship Manager oynayanların hemen hepsi aşağı yukarı aynı hisleri duyuyordur benim gibi Saviola’ya karşı. Onu transfer etmek maçlara 1-0 önce başlamak demekti. Genelde %80 oranında oyun-gerçek uyumu vardır. Maxim Tsigalko gibi bombalar olsada, Robben, Saviola, Kerlon gibi oyuncular oyunun ne kadar gerçekçi olduğunu gözler önüne seriyor.


2001 yazında “Saviola Barça’da” haberleri gazetelerde çıkınca heyecanlandığımı ve Türkiye’deki yöneticilere bu oyundan yararlanmadıkları için kızdığımı hatırlıyorum. Onu görünce büyü bozulacak mıydı acaba?


Barça’ya transfer olduğunda sadece 19 yaşındaydı “El Conejito“. Ama Barça’ya gelene kadar kazandığı başarılar jübilesini yapmış pek çok futbolcuyu kıskandıracak nitelikteydi.


1981 yılının Ekim ayının 11. gününde Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te dünyaya geldi Saviola. River Plate’in o meşhur beyaz üstüne çapraz kırmızı formasını 16 yaşında ilk kez giydi ve Barça’ya gidene kadar bir daha üzerinden çıkarmadı. 1999 Apertura ve 2000 Classura şampiyonluklarında River Plate’te gösterdiği başarının karşılığını 2001 yılında kazandığı “Güney Amerika Yılın Futbolcusu” ödülü ile aldı. O yıl aldığı tek ödül o değildi, Ödülün devamı Barça’nın önüne uzattığı bol sıfırlı kontrat oldu. Ayrıca Barça bu transfer için River Plate’e 15 milyon sterlin yani yaklaşık 25 milyon euro ödedi. Tavşan lakaplı Saviola, El Monumental’dan ayrılırken arkasında 86 maçta atılmış tam 44 gol bıraktı.


Saviola Barça’ya transfer olduğunda takımı Hollandalı Van Gaal çalıştırıyordu. O sezon Van Gaal’den 32 kere formayı kapan Saviola 17 golle ligin en golcü 3. oyuncusu olarak sezonu tamamlıyordu. İspanyol vatandaşlığına kabul edilmesi kadroda kendine yer bulmasını kolaylaştırıyordu. Ertesi sezonun ilk yarısı hem takım için hem de Saviola için pek hatırlanmak istenmeyen dönemdi. İlk yarıda çıktığı maçlarda sadece 2 gol atabildi. Beklenen oldu ve Van Gaal kovuldu. Yerine 76-78 arasında Fenerbahçe’yi de çalıştırmış olan Radomir Antiç geldi. Antiç’in gelişi ile açılan Tavşan ligin ikinci yarısında 11 gol attı..


2003-2004 sezonunun başlaması ile birlikte Barça’nın yeni hocası Rijkaard’tı. 33 lig maçında sahne alan golcü 14 golün altına imza atabildi. Barça’da oynadığı 3 sezonda 10 golün altına hiç düşmemesine rağmen gözden düştü. Rijkaard’ın gelecek planlarında Saviola’ya yer yoktu.


Rijkaard’ın aksine Arjantin’in ona ihtiyacı vardı ve ülkesiyle birlikte 2004 Olimpiyat Oyunları için Atina’ya gitti. Takımının şampiyonluğuna 1 gol ile katkıda bulundu ancak Tevez’in gölgesinde kalmaktan kurtulamadı.


İspanya’da geçen bu üç sezonun ardından ağabeylerinin izlediği yolu izlemedi Saviola, Riquelme, Martin Palermo gibi Arjantin’e geri dönmedi ve Fransa’nın yolunu tuttu. Fransa Liginde Monaco forması giymeye başlayan Saviola 36 maçı 12 golle tamamladı. Kira süresi bitip Barça’ya döndüğünde kendisine nazikçe kapı gösteriledi. 100 yılın transferi olarak geldiği kulüpten adeta kovulurcasına gönderildi.


Julio Baptista’yı Real Madrid’e gönderen Sevilla’nın ilk hedefi Saviola oldu. Barça ile yapılan pazarlıklar sonucu Saviola, Sevilla’ya kiralandı. Barça’ya döneme ümitlerinin azda olsa var olması demekti bu.


2005-06 sezonunda 9’u La Liga’da olmak üzere 14 gol kaydetti. Bu sezonun Saviola için özel bir önemi vardı. Avrupa kıtasındaki ilk kupasını kaldırmıştı. Sevilla ile birlikte UEFA Şampiyonluğuna ulaştı. Bu şampiyonlukta yaptığı 5 gollük katkı onun Nou Camp’a dönmesini sağladı.


Barça’ya 2. dönüşüydü bu ve önceki sezonlarından pek bir farkı yoktu. Sadece 18 maçta görev aldı Saviola ve bunların sadece 6’sında ilk 11’de sahaya çıktı ve 5 gol attı.. İspanya kupasındaki performansı ise maç başına 1 goldü ancak bu 5 maçtaki 5 gollük performans onu Barça’da tutmaya yetmedi.


İspanya’da 5 sezon geçiren Saviola hiç lig şampiyonluğu ve lig kupası şampiyonluğu yaşamadan kulüpten ayrıldı. O sıralarda Beşikta ve Galatasaray için adı sık sık gazetelerde dolandığında heyecanlanmadığımı söylersem yalan olur. Ancak 2007 yılının Temmuz ayının 10. günü heyecanımı kursağımda bırakan bir gelişme yaşandı ve Savioa Real Madrid’e imza attı.


Real’deki ilk sezonunda beklediği şampiyonluğa ulaştı Saviola, hemde çifte şampiyonluk. Ama bu şampiyonluklardaki katkısı ne derseniz 17 maç 3 gol.


Bir sonraki sezonun daha verimli geçeceğini düşünler hayal kırıklığına uğradı, 11 maçta bulabildiği forma altında sadece 2 kaydedebildi. Ocak ayında Ajax’tan alınan Klaas-Jan Huuntelaar’ın takıma dahil olması Saviola’yı yedek kulübesine mahküm etti. Huuntelaar’da Football Manager oyuncuları tarafından AGOVV takımından beri bilinen bir goldüydü.



Kulüp takımlarındaki başarısızlığının aksine –River’ı bu katagoride ayrı bir yere koymalıyız- görece olarak Arjantin forması ile daha başalı oldu . Gök mavi – beyaz formayla FIFA 20 yaş altı Dünya Kupası ve 2004 Olimpiyat Oyunları şampiyonlukları yaşadı. U-20’de turnuvanın en değerli oyuncusu ve gol kralı oldu.


Transfer sezonun başlamasıyla adı tekrar Türk takımları ile anılmaya başlayan Saviola haberleri, Benfica’nın Real Madrid’e 5 milyon € ödeyip transferi bitirmesi ile sonlandı. Saviola gibi Türkiye Liginde başarı potansiyeli yüksek bir oyuncu yerine, ya da Yunanistan’a giden Melberg, Cisse gibi oyuncular yerine kendi sınırlarını aşmaktan aciz yöneticilerin kör dövüşü ülkemizin en büyük handikapı yine.


Kısaca Mehmet Topuz, 2 Saviola gücünde bizim yöneticilerimiz nazarında. Tek bir şampiyonluk yaşamadan, Uluslar arası bir turnuvada forma giymeden bu bedele ulaşmak ülkemizin pazarlama stratejileri konusundaki dehasını gözler önüne seriyor.

23 Haziran 2009 Salı

Futbol ve Baharat


Futbol içinde bir yaşam değil, yaşam içinde futbol gerek bize.

Meşin yuvarlağın aksine dönmüyor artık dünya. Üç direğin arasına her girdiğinde milyonları kenetleyen bir sporun insan hayatını etkilememesi düşünülemez. Bu etkileşim sürekli artıyor ve futbolun çevresindeki unsurları da merkeze doğru kaydırıyor. Bu çemberin içine giren unsurları seçme, iyileri alıp kötüleri almama gibi bir tasarruf maalesef mümkün değil.

Futbol, takım olarak birşeyler başarma, bir bütünün içinde bireysel yeteneklerini sonuna kadar kullanma, arkadaşının açığını kapatma, ortak bir hedefe tek vücud ilerlemek değil artık.

Futbolu sevenlere dikte edilen tarz, para, kavga, lüks arabalar, milyon euroluk transferler, kaçırılan futbolcular, tribün kavgaları vs. vs.

Bunlardan uzak durmak, futbolun içine almamak neredeyse imkansız. Real Madrid başkanı Perez'in Kaka ve Ronaldo transferleri için harcadığı para, Ronaldo'nun "Hitler misali" Paris'le görüntüleri, Demirören'in açıklamaları, Aziz Yıldırım'ın "bari transfer şampiyonu olayım" halleri, günü kurtarmak için yapılan hamleler futbol endeksli bir yaşamın sadece bir kaç örneği.

Futbolun "magazin" tarafının sattığı bir gerçek ancak futbolun ana unsuru olan oyuncuların eksik olması, uzun cümlelerin başının unutulması, kilişelerden kurtulamaması kimsenin umrunda değil. Zaten futbolcu fazla konuşmamalı, siyasi görüşü olmamalı gibi bir kanı yaygın.

Futbolcu olma hayali kuran bir çocuğun, önüne konanlar, Paris Hilton'la transfer kutlaması, otelden telefon bağlantısı yapıp tuttuğu takımı açıklama ve üstünden bir hafta geçmeden başka takıma gitmek, milli takımdan arkadaşının boğazını sıkmak gibi şeyler.

Sinema ve edebiyat artık oldukça mesafeli bakıyor futbola. Sinemaya aktarılan futbol yine yukardaki şeyleri anlatıyor aşağı yukarı. En son çekilen Türk yapımı film ise hatırladığım kadarıyla "Dar Alanda Kısa Paslaşmalar"dı ve tam da benim anlattığım şeyi söylüyordu. Çünkü o filmde futbol umuttu beraberlikti ve harika bir endüstriyel futbol yergisiydi. Ama amiyane tabirle "gişe yapmadı". Yapmaması da bu ortamda doğaldı, çünkü bizim görmek istediğimiz ya da bize bu güne kadar gösterilen değildi o. Filmlerde 3 büyük takımdan birini anlatırsan diğerleri izlemeye gelmez, 3 büyüklerden başkasını anlatırsan hiç kimse izlemeye gelmez.

Simon Kuper'ın "Futbol Asla Sadece Futbol Değildir" kitabı ise futbol üzerine yazılmış en iyi kitaplardan biridir. Ancak mesele yine aynı, temele oturtulan obje futbol. Futbolu içine alan, hayatın bir kestini anlatan edebi yönü yüksek bir kitap bulmak neredeyse imkansız. Futbol temelli pek çok kitap olmasına rağmen genelde araştırma türü kitaplar bunlar.

Söz hazır kitap ve edebiyata gelmişken kendine yatırım yapmayan Türk futbolcularından beklendiği gibi henüz bir otobiyografi yazan futbolcumuz yok 90'ların sonu ve 2000'lerin başında oynamış. Maç sonu röportaj veremeyen futbolculardan evet ancak en azından bire bir kendileri kaleme almasalar bile yardım alabilirler. Rıdvan'ın, Hakan Şükür'ün, Tanju'nun kendini ve anılarını anlatması hoş olmaz mıydı?

Salt kazanma hırsına sahip taraftarlar yetiştirmeye başladık takım tutmanın karşılığının sadece başarı olmadığını anlatmakta çok geç kaldık. Çünkü gençler artık futbolu mahalle arasında değil para vererek halı sahada oynuyorlar ve o yaşta futbolun içine para girince mevzu "kazanmak ya da kaybetmek" oluyor.

Mahalle takımı olmayacak çocuklarımızın, o takıma ait forma hayali de olmayacak, mahalle bakkalının yaptırdığı formaları da giyemeyecekler.

Futbol içinde bir yaşam sürüyoruz ve bize sunulan futbol sadece para temelli. Oysa ki yemeğe katılan baharat gibi hayata biraz futbol katabilsek herkes daha mutlu olur.

15 Haziran 2009 Pazartesi

Peckham Şövalyesi - Rio G. Ferdinand


4 taştan çok güzel stadlarımız vardı. Yeşiller grilerden fazlayken çocuktuk ve çocukluk demek "plastik top" demekti. "Meşin top" ise mutlu çocukluk demekti.

Topun sahibi forvet oynardı. Aykut, Feyyaz ya da Tanju olurdu. En yeteneksizler Simoviç, Engin ve Bako'dan birini seçerdi. İşin en kötü yanıi defanstı. Orta sahadaysan sende yetenek var demekti ama defansta bir kere oynadın mı bir daha çıkışın yoktu ordan. Top ayağına geldimi vururdun ama nereye olursa, fırça yemekten iyidi.

Belki bunun etkisi var mıdır bilmiyorum ama ülkemizde yetenekli defans göbeği pek yetişmiyor.
Şimdi düşünün ki Türkiye'nin herhangi bir yerindesiniz. Bir futbol takımında oynuyorsunuz, yaşınız 10-11. İdman başlamadan önce soyunma odasındasınız, kramponlarınızı çıkartırken bale kıyafetiniz yere düşüyor ve tüm takım arkadaşlarınız bize bakıyor. Ne yaparsınız?

Sizi bilmem ama Rio Gavin Ferdinand kıyafeti gururla yerden alır ve üstündeki tozu temizleyip çantasına koyardı.

1978 yılının Kasım ayında Londra'nın varoşlarında dünyaya geldi Ferdinand. Defanstaki açıkları yamama yeteneğini terzi olan babasından aldığı söylesede, çalışmanın bu yeteneğin gelişmesinde daha fazla etkisi olduğu kesin.

Klasik bir futbolcu özgeçmişi Rio'ninki de. Hiç evlenmeyen bir anne baba. 14 yaşındayden ailenin dağılması. Lüksten ve konfordan uzak, varoşlarda, namlunun ucunda bir yaşam. Belki de onu diğerlerinden ayıran Mike Tyson ve Maradona hayranlığı. Her varoşun bir kahramanı vardır ve Londra'daki Peckham semtinin kahramanıda o. Rio.

Ferdinand kendini herşeyi yapmayı arzulayan ve çabuk sıkılan bir çocuk olarak tanımlıyor. Okulda matematik ve sahnede oldukça başarı. Aynı zamanda sahada da oldukça parlak. Bu parlaklık ona QPR Academy'nin kapılarını açıyor ve 10 yaşında o kapıdan giriyor. 11 yaşında ise 4 sene boyunca haftada 4 gün varoşlardan merkeze yolculuk yapmasını sağlayan bursu kazanıyor. O artık bir balet ve Centrel School of Ballet'in bir öğrencisi.

Matematik ve bale, zeka ve zerafet...Rio Ferdinand.

Düzenli futbol oynamaya Elthem Town takımında, orta saha olarak başlıyor Ferdinand ama çok geçmeden hocası onu şimdi ki yerine, defansın göbeğine alıyor ve belki de dünyanın en pahalı defans oyuncusunun doğuşuna vesile oluyor.

Charlton, Chelsea, Millwall ve QPR ile idmanlara çıkan Ferdinand, değişik yerler görme merakına yenik düşüyor ve soluğu M'boro'da alıyor. Burada tutunamayan Rio için dönüş yolu gözüküyor. Denemiş olmanın verdiği huzurla çöplüğüne dönen Rio, Championship Manager oynayanların neden asansör takım olduğunu bir türlü anlayamadığı West Ham'ın "Youth System" adını verdiği akademiye 1992 de giriş yapıyor. 1994'te ilk genç sözleşmesini yapıyor Frank Lampard'la birlikte. 16 yaşında milli takıma çağrılıyor ve UEFA Gençler Şampiyonasında İngiltere forması giyiyor. Bu onun ilk uluslararası deneyimi oluyor.

Mayıs 96'da, Sheffield Wednesday'a karşı sezonun son maçında Tony Cottee'nin yerine oyuna giriyor. Bu onun ilk A takım maçı oluyor. Ertesi sezon henüz 19 yaşındayken West Ham'da yılın futbolcusu seçiliyor.

Kasım 2000 yılında Rio İngiltere'de manşetleri süslüyor. Çünkü o artık İngiltere'nin en pahalı defans oyuncusu. Leeds United tüm imkanlarını zorlayarak Ferdinand için West Ham'a 18 milyon Sterlin veriyor. Verdiği paranın karşılığında Şampiyonlar Liginde yarı finale kadar yükseliyor Ferdinand'lı Leeds. -O sezon Leeds gruplarda Beşiktaş ilede karşılaşmıştı.- Bir önceki sezon yarı finalde Galatasaray'a kaybeden Leeds, yine yarı finalde Valencia'ya elenerek Şampiyonlar Ligine veda ediyor.

Attığı sansasyonel gollerle taraftarın sevgilisi olan Ferdinand, 2001 yılında pazubandını koluna takıyor. Yine başarılı bir sezonun ardından Rio milli takımla birlikte 2002 Düna Kupası için uzak doğunun yolunu tutuyor.

Çeyrek finalde Brezilya'ya elenen İngiltere ülkesine yine erken dönüyor. Başarısızlık ile ilgili spekülasyonlar sürerken ManUtd, Rio'yu Old Trafford'a transfer ediyor. 5 yıllığına Kırmızı Şeytanlarla anlaşan Rio en pahalı defans oyuncusu apoletini de Thuram'dan alıyor. Tam 30 milyon sterlin - 46 milyon euro.

Dünya üzerinde bir defans oyunucu için ödenen en yüksek para. Ve en pahalı trasferler sıralamasında ilk 10'a girebilen tek defans oyuncusu. Hem de aradan geçen 7 yıla rağmen.

ManUtd macerası ise hepimizin aşağı yukarı bildiği gibi. 7 senede 4 lig şampiyonluğu, 2 Lig Kupası, 3 Fa Community Shield, 1 Şampiyonlar Ligi ve 1 Kıtalar Arası Şampiyonluk.

2003 yılında doping testine girmediği için Federasyon tarafından 8 ay cezaya çarptırılan Rio, pek çok konuyu da tartışmaya açtı. Ve bu olay Avrupa Şampiyonası eleme maçlarında Tükiye maçı öncesi meydana gelmişti. Türkiye, İngiltere'ye henüz gol atamamıştı ve Rio kendi ülkesinin federasyonu tarafından cezalandırılmıştı. Acaba aynı durumda bir Türk futbolcusu olsa bizim tutumumuz ne olurdu ülke olarak. Belki de İngiltere'ye atamadığımız golün sebebi bu konu etrafında bir yerlerde saklıdır.

Küçük bir not:Beşiktaş'lıların doyumluk değil tadımlık golcüsü Les Ferdinand, Rio'nun kuzeni.

Sadece yeşil sahalarda değil pek çok alanda yetenekli biri Ferdinand. "Rio's World Cup Wind-Ups" adlı bir tv programında takım arkadaşlarına kamera şakaları yapan Rio, daha sonra beyaz perdeye el attı ve milli takımdan arkadaşı Ashley Cole ile birlikte "Dead Man Running" filminin finansörlüğünü ve yapımcılığını üstlendi. Doğup büyüdüğü varoşu da unutmadı Rio. Peckham hakkında bir belgesel çekti ve gençleri suçtan uzuk tutmanın yollarını anlattı.

Tüm bunları yapan Rio belki mevki itibari ile farklı bir yerde olsaydı fiyatı takım arkadaşı Ronaldo kadar olabilirdi kim bilir.

Futbol 11 kişi oynanır ve bu 11 içinden birileri her zaman daha popülerdir ama daha önemli değildir. Takım olmanın şartlarını yerine getirmek için kale bir şekilde savunulmalıdır.

10 Haziran 2009 Çarşamba

6+2 = 5.000.000€


Maldonado ve Barosso için çıkan bir kural “6+2”. Geriye kalıyor 5+5. Yıllardır Avrupa’da rekabet için kulüpler sınırlamanın kalmasını istiyor. Son FA Cup Finaline Chelsea’nin sadece 3 İngiliz oyuncu ile çıkması ise Fifa’nın 6+5 kararının ne kadar doğru olduğunu gösterir nitelikte.

6+5 2012-2013 sezonunda uygulanacak. Bu kuralla bir İngiliz takımı sahada en az 6 İngiliz futbolcu bulundurmak zorunda olacak. Tabi Fifa bunu bir günde yapmayacak, daha az acı için kademeli bir geçiş söz konusu. 2010-2011 sezonunda 4+7, 2011-2012 sezonunda ise 5+6 kuralı uygulanacak.

Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin vatandaşları için durum henüz netleşmiş değil keza Avrupa Birliği bu öneriyi emeğin serbest dolaşımına aykırı bulursa fazla değişen bir şey olmayacak çünkü örneğin İspanya’da yabancı sınırı 3.

Ama bu durum en çok bizim gibi statüsü belli olmayan ülkeleri vuracak. Futbolcu yetiştirmede topallayan, altyapıyı angarya gören ülkemizde zaten yüksek olan futbolcu maliyetleri daha da artacak. Arsenal’ın Adebayor ve Kolo Toure maliyetinin Mehmet Topuz kadar olmasının nedeni aslında ülkemizde uygulanan bu kural.

Biz bu kuraldan kurtulmak isterken, Fifa’nın getirmeyi düşündüğü bu plan bizim kadar oyuncu ihracatında bir numara olan Latin Amerika’ya da darbe vuracaktır.

Futbolcu almayı sadece ego meselesi gören başkanların yönettiği Türk Futbol’u için altyapıya önem vermeyi gerektiren kurallar konulması gerekir. Düşünün ki Beşiktaş şampiyon oluyor ama kadrosunda sadece Serdar Özkan var altyapısından. Aynı örneği Barselona bağlamında düşünürsek bir çırpıda Valdez, Puyol, Xavi, İniesta, Messi, Bojan isimleri sayılabilir.

Bosman kuralları ile futbolcuyu “mal” olmaktan çıkaran sistem maalesef ülkemizde hala geçerli. Kulüp, başkanın malı olunca haliyle futbolcuda başkanın oluyor. Katma değer yaratmayı sadece futbolcu satmak sanan Anadolu kulüplerindeki kaliteli oyuncu devir hızı da son yıllarda bir düşüş eğiliminde. Transfer piyasasında bir futbolcu 3-4 sene yer işgal ediyorsa ve kulüpler bu futbolcunun yerine yenisini vitrine çıkaramıyorsa yüksek bonservis bedeline mahkum kalıyorlar. Zaten rezalet olan maç günü hasılatını gelirden bile saymayan Anadolu kulüplerinin 2 gelir kapısı kalıyor. Biri yayın gelirler diğeri ise bonservis gelirleri.

Yabancı futbolcu acısında da oldukça düşük profilde seyreden bir ligimiz var. Sırf kontenjan doldurmak için yapılan transferler, uyum süreci için tanınmayan zamanlar, menajer dolduruşları, zaten az olan paranın sokağa atılmasını yol açıyor.

Üst düzey bir milli takımda oynayan oyuncu sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Son Avrupa Şampiyonasına katılan oyuncu sayısı ise sanırım sadece 2. Guiza ve Sivok. Bu kadar yanlış transfer yapan takımların sınırsız yabancı oyuncu istemeleri bir ironi oluşturuyor.

Yabancı sınırı İngiltere’deki gibi kalkarsa bu sefer kulüpler oyuncu almakta zorlanacak ya da düşük kalibreli ülkelerin oyuncularına yönelecekler ki her halükarda maliyetler artacak. Türk takımlarının Uefa ve CAS’taki dosyaların hiçte az olmadığını biliyoruz bu da kaliteli transfer ihtimalini zayıflatacaktır.

Çözüm için ise maç kadrosunda en az 3 altyapıdan oyuncu bulundurma yahut altyapıdan yetişen yabancı oyuncuların yerli statüsünde oynaması düşünülebilir.

Temelde futbol kültürünü çocukların elinden aldıkça, futbolculuğu maddi zenginlik aracı olarak lanse ettikçe, profesyonelliği aşılamadıkça kulüpler çok daha büyük maliyetlere hazırlamalılar.

4 Haziran 2009 Perşembe

Yıldırım Demirören ve "Eziklik"

Bir kaos var. Ve bu kaosun tam ortasında da Mehmet Topuz var. Ne oldu, nasıl oldu anlamadık ama Mehmet Topuz Beşiktaş ile, kulübü Kayserispor ise Fenerbahçe ile anlaşmış. Bu iş bir şekilde çözülecek bu fırtına bittiğinde ama fırtına ne hasarlar bırakacak ilerde göreceğiz.

Beşiktaş başkanlığındaki ne parlak dönemini yaşadı Demirören bu sezon. Bu başarıyıda çifte kupayla taçlandırdı. Şampiyonluğa giden yolda ailesi ile kenetlenmesi, kupayı almak için podyuma ufak oğlu ile çıkması alışık olmadığımız bir portreydi.

Ama başarının ardındaki sır Demirören ve diğer yöneticilerin "SUSMASI"ydı. Ve Demirören ancak bu kadar dayanabildi. "Beşiktaşlıyım diyen bir futbolcuyu almaya çalışmak ezikliktir." dedi. Peki kulübü ile anlaşmadan bir futbolcuyu "ayartmak" nedir? Ya da futbolcu ile anlaşmadan kulübüyle el sıkışmak.
Mehmet Topuz, Türk spor basınını kilitlemişken, dünya ise Kaka transferine kilitlenmiş durumda. Real Madrid dünyanın en büyük 3 kulübünden biri. Kaka'nın aklını çelebilecek paranında sahibi olduğu açık. Ama Real'in izlediği yol Türk futboluna gönderme yaparcasına dürüst. Madrid'li yöneticiler Milan'lı yöneticilerden Kaka ile görüşebilmek için izin alıyorlar. Yani kulübünün izni olmadan Kaka'ya ulaşamayacak kadar aciz mi Real Madrid. Bu bir kültür işidir.

Türkiye'de transferde izlenen yol yöneticiler tarafından sık sık dile getirilir. "Alamayacağımız oyuncu yok." "Bizde transfer bitmez." Transferi yapan yöneticiler olduğu için bu tür kargaşalar çıkıyor ortaya. Daha önce de söylediğim gibi yöneticiliğe paradan başka kriterler getirilmedikçe bu tür durumları yaşamaya devam edeceğiz.

Eziklik kelimesi profosyonel futbolda yoktur. Herkes iyi futbolcuyu takımında görmek ister. Sen kulübü es geçip futbolcu ile anlaşırsan ,rakibinde futbolcuyu es geçip kulüple anlaşır.

Demirören bir sezonda olsa başaralı bir başkanlık yaptı ve bunun için sadece "susması" ve işi ehline bırakması yetti. Ne oldu şimdi peki tekrar ağzından alevler çıkıyor? Ortaya, taraftarlar birbirini yesin diye bir bomba bırakıyorsun ama önümüzdeki sezon "ezeli rekabet, ebedi dostluk"tan bahsedip kol kola yemek yiyeceksiniz.

1 Haziran 2009 Pazartesi

Şampiyonluktan Önce 1 Dakika Saygı Duruşu

Hani " sevinmek için sevmemiştik." bal gibi sevindik. Yıllar sonra şampiyonluk geldi. Ama ne şampiyonluk. Biz şerefli 2. liklerimizle övünmedik mi? Ne oldu bize ki küresel bir hastalığın pençesinde can çekişen futbola feda ettik değerlerimizi?


Denize düşenlerin Denizli'ye sarılmasından ziyade beni neden denize düştüklerini ilgilendiriyor. Laf ağızdan çıkar da Beşiktaş başkanı bir şampiyonluğa Beşiktaşlılık duruşunu kamburlaştırır mı?

Şampiyonluk bu futbolcuların, Denizli'nin, Demirören'in analarının ak sütü gibi helaldir. Ancak şampiyon olmak en nihayetinde sportif başarıdır. Ali olmasa Veli, Veli olmasa Ali Beşiktaş'ı zaten 5 yılda bir şampiyon yapar. Bir değerler manzumesi yaratmak ise yüz yıl alır.

Şimdi televizyonlarda, gazetelerde şampiyonluk öyküleri yazılıyor. Tüm bu öykülerin, hikayelerin, şiirlerin, şarkıların arasında bir "es" vermek ve Ertuğrul Sağlam için saygı duruşunda bulunmak istiyorum.

Sanki Beşiktaş lige 7. haftada dahil oldu, sanki Beşiktaş 7. hafta Gençlerbirliği maçına çıkarken sıfır puandaydı. Şampiyonluk kutlamalarında anons yapılırken çok güzel bir şekilde çaycısından malzemecisine bir bütün olarak siyah ve beyaz kucaklaştı. Ama kimse Ertuğrul Sağlam'dan bahsetmedi. Eğer bu bir maratonsa 6. haftaya kadar bayrağı taşıyanı yok saymak Beşiktaşlılık değildir.

8 yemeyi sineye çekip, 4 yemeği hazmedemeyenlerin, kalbine en yakın şey, ceketinin sol iç cebindeki cüzdanı olanların, üstünde Rıza'nın, Bosque'nin kanları kurumamış savaş baltalarına fırsat vermeden gitti Ertuğrul Sağlam. Gittiğinde takım 6 maçta hiç yenilmemiş, sadece Trabzonspor ve İ.B.B. ile deplasmanda berabere kalmış, 11 gol atmış ve 14 puan toplamıştı.

Vizyonu yoktu, karizması yoktu, Sinan Engin vardır gibi klişelere de sığınabilir, Demirören'i 4. kez haklı çıkarabiliriz.

Küçük bir not. Denizli bu sezon toplam 28 maçta Beşiktaş'ın başında sahaya çıktı ve 57 puan topladı. Sağlam ise 6 hafta Beşiktaş ile 17 hafta da Bursaspor ile sahaya çıktı ve rakiplerinden 47 puan topladı. Denizli'nin maç başına puan ortalaması 2.03 iken Sağlam'ın ortalaması ise 2.04.

Şampiyon olmak için her yolu mubah anlayışının Beşiktaş'tan aldığı en zararsız şey teknik adamlara verilen tazminatlardır. Efsane Başkan Seba döneminde sadece Feldkamp sezon tamamlayamazken, yeni dönemde sadece Tigana ve Sağlam 34 hafta takımın başında kalabilmişlerdir.

Şampiyonluk güzeldir. Herşeyden güzel. Sevinmek için sevmedik ama özlemişiz de sevinmeyi. Keşke bu kadar buruk olmasaydı. Keşke Sağlam gitmeseydi demeyeceğim ama yok sayılmasaydı bari.
Belki Sağlam'ın gitmesi bir işe yarar ve Bursa'lı Beşiktaşlılar ve İstanbul'lu Bursalılar takımlarını tribünde seyretme şansı yakalarlar.