28 Eylül 2010 Salı

Dizi Karakterleri ve Teknik Direktörler

İzleyici ve taraftar olmak arasındaki en büyük fark tolerans eşiğidir. Söz konusu rakip olduğunda tüm tolerans sıfırlannıyor ve geriye kuru bir fanatizim kalıyor. Kişi davranışlarından taraf olmanın etkileri belirgin bir biçimde görüldüğü gibi üzerinde forma olan X kişi ile doktor önlüğü olan aynı X kişiye bakış tamamen değişik oluyor.

Ben ilk paragrafı yazmışken sevgili Semih Kalkan'ın bir twitter mesajı konuyu bir anda kafamda dallandırıp budaklandırdı.

Her ekran karakteri bir kurgudur ve gereçek hatta bir yerlerden yontulmuştur.

Durum böyle olunca Gregory House hastalarının Mourinho hakkında atıp tutmaları benim gibi Semih Kalkan'ı da rahatsız etmiş. Ama baktığımızda çocukken birbirini kaybeden ruh ikizi gibi M.D. House ile Jose Mourinho.
İkisi de huysuz ve geçimsiz. Antipatik ve empati yeteneğinden yoksun. İkisi de insanları irite ederek sonuca gitme konusunda oldukça başarılı. İkisi de bir takımı yönetiyor ve amaca ulaşmada her yolu mübah sayıyor. Tek farkları House MD. yaşamıyor. Mourinho ise bir teknik direktörlük bianeli olarak karşımızda duruyor. Porto, Londra, Milano ve şimdi de Madrid'te futbolun mutfağında en leziz olmasada yönettiği takımlar için en doyurucu yemekleri yapıyor.

Gregory House'u sevip Mourinho'yu sevmemek iki yüzlülük olmasa da taraftarlık duygularından arınamamışlık olabilir.

Bir diğer örnek ise Del Bosque ile Yaprak Dökümünün Ali Rıza beyi. Biraz zorlama bir benzerlik gibi gelebilir ama baktığımızda ikisi de insancıl. İkisi de köklerine bağlı. İkisi de yumurta kapıya gelmeden dikkate alınmıyor. İkiside etrafındakiler üzerinde görünmez hakimiyet kuruyor.

Daum'un son dönemi ile Lost'un Sawyer'ı arasında da bir bağlantı kurulabilir. Özellikle Fenerbahçe'den ayrılma döneminde yaptığı çirkeflikler, sürekli bir uzlaşmaz tutuma ve hiç bir şekilde inadından vazgeçmeme. (Bkz. Guiza)

Ama dediğim gibi Sawyer'ı seven Daum'u sevmeyebilir ya da başta dediğimiz gibi House'a tapan Mourinho'dan nefret edebilir ve tüm bunlar taraftarlık algısıdır.

Unuttuklarım vardır muhakkak onları da size bırakıyorum.

Gerçek Emre'den Bir Kesit...

Programda göz ucuyla takip ettiğim Kasımpaşa - Fenerbahçe maçında skordan çok aklımda kalan iki şey var. Biri oldukça önemsiz ancak ayrı bir yazı konusu olarak kenarda bekleyen forma konusu. Kasımpaşa'nın forması kimilerinin hoşuna gitmiş olabilir ki ben forma konusunda tutucu olmak bir yana yeni her tasarımın denemesi gerektiğine inanlardanım. Her takımın bir tane sembol formanın yanı sıra değişik formalar denerse bu futbola renk katacaktır ancak dün Kasımpaşa'nın forması gıda boyası fazla kaçmış şeker gibiydi.

Maça dair aklımda kalan ikinci nokta ise Emre Belözoğlu'nun 17-18 yaşına dönmüşçesine attığı goldü.

Milliyet gazetesinin karton maketlerini bir yana bırakıp açtığım ilk sayfaydı spor sayfaları. 1995 yılında ben futbolcu olma hayalleri kurarken açtığım spor sayfasında genç bir yıldız adayının transferini okuyunca heycanlandım. Ama bu transferi asıl anlamlı kılan iş bir yıl sonra gerçekleşti. 1996 yılında futbol tanrısının yeşil sahalardaki elçisi Hagi'ni Galatasaray'a geldi. Bu gelişle müjdelenen şampiyonluk için 4 yıl bekledi taraftarlar.

Bir futbol zanaatkarının çırağı olmak belki de en büyük şanstı Emre Belözoğlu için. Kısır bir futbol dünyasında "tekniğimiz iyi ama fiziğimiz yok" yalanını Hagi yüzümüze tokat gibi çıraklıktan veliahtlığa terfi ettirdiğimiz Emre'de ustasından kaptığı figürleri kısa serenatlar halinde bize sunmaya başladı.

Ancak ne olduysa Emre'ye verilen görevler Emre'den bir Kemallettin yarattı. Emre rakip ceza alanından uzaklaştıkça Emre olmaktan da çıktı. "En iyi defans hücumdur"cu Fatih Terim ve ekibi Emre'ye "savaşçı" rolü yükledi. Böylece Emre savaşmaya başladı. Ama hücümcu bir savaşçıdan ziyade kalesini korumaya çalışan bir süvari gibi hırçınca saldırmaya başladı sağa sola. Rakip kaleden bu kadar uzak kalınca da rakip kaleye gittiğinde ürkek bir yapıya büründü.

Emre müzmin sakatlar listesinde kendine ilk 10'da yer bulacak bir oyuncu. Avrupa macerasında İnter forması ile Lazio ağlarına attığı iki Picasso golü sayesinde kendine inanları yeniden umutlandırsa 29 Ekim 2000 tarihi Emre'nin yükselişinin düşüşe geçtiği gündü.

Kadir Çetin, Emre'nin kullandığı arabanın altında kalmıştı. Emre 8/1 suçlu olsa da her insan gibi Emre'de bir vicdana sahip ve kendi içi hesaplaşmasını bitirmeden yeşil sahalarda eski Emre'yi görmek hayal sanırım.

Emre bir elmastı ve ışıl ışıl parlıyordu. Şimdi ise orta sahada çok yararlı bir oyuncu!

Zaman zaman bize geçmişinden, kumaşındaki kaliteden kesitler izletiyor.

25 Eylül 2010 Cumartesi

Fox ve Digitürk Kendi Ayağına Sıktı...

Futbolun geometrisinde "yuvarlak" top ne kadar isabetli ise artık salonlarda duran aptal kutusu "dikdörtgen"de o kadar isabetli.

"Futbol ülkesi" olmakta direttikçe, bize futbolu sunanların "hayır"ları ile karşılaşıyoruz sürekli. Futbol yazıyoruz, blooger yasaklanıyor. Maç izlemek istiyoruz "Bez Bebek" yayınlıyorlar, maçı yaşamak istiyoruz devre arasında "tüpler futbol oynuyor."

Öncelikle Fo(s) Tv ile başlayalım. Bez Bebek gibi son derece geri zekalı bir dizi olmasaydı belki hakikaten Fo(s) değil Fox olabilirlerdi. Malüm bu akşam Roma - İnter maçı var Seria A'da. Seversiniz sevmezsiniz İtalyan liginin futbol tarzını ama ne olsa bir tarzı var. Ve bu akşam son lig ve kupa 1 şampiyonu ile şampiyonluğu son hafta kaçırmış takipçisi oynuyor. Neresinden bakarsınız tam anlamıyla "izlenecek bir maç". Ama biz izleyemeceğiz. Çünkü FoxTv'nin yayın akşında maç gece saat 02:00'de banttan görünüyor."Fantastik Dörtlü Gümüş Sörfçünün Yükselişi" filmi ile sizleri başbaşa bırakıp Digitürk'e dönmek istiyorum.

Digitürk malum 4 sezon daha Süper Lig maçlarının yayıncısı. Temizlik olarak öncelikle Erman Toroğlu gönderildi ve Türk spor basınının emekçilerinden, racon sahibi Sinan Engin o kapıdan girdi. Madem sorun Maraton'du sadece Erman Toroğlu'nu başka programa kaydırsaydınız. Ama benim bahsedeceğim şey "Şahken Şahbaz" olmak değil.

Premier Lig'te aynı grubun Spormax ve PLTV kanallarından yayınlanıyor. Biraz, çok az, gözucuyla o kanallar izlenip yayıncılık nasıl yapılır diye baksalar. Günün maçı öncesinde sahada top oynayan tüpleri izlemek zorunda değil kimse. Maç öncesinde PLTV'de yapılan inanılmaz güzel ve işte o yüzden dünyada en çok izlenen futbol ligi.
Ben ne basın mensubuyum ne de gazeteci. Akıl vermek gibi bir niyetim yok. Sadece seyirci olarak taleb ediyorum. Hasbel kader burda yazıklarımı radyoda söylüyorum. Ama oraya giderken bile ciddi bir hazırlık yapıyorum bana asıl maaşımı veren mesaimden çalıp. Şimdi Digitürk "Devrim" arabası için söylenen sözü anımsatıyor bana. Garb kuruyla para alıp şark kalitesinde hizmet. Ha Garb kuru daha düşük ve yayın yüksek diyebilirsiniz. Ama batıda bu yayına bu parayı isteyene meslekten men cezası verirler. Maç dışındaki yayınlarda gözle görülür bir gelişme varken maç içi ve öncesi yayınlar neden bu kadar kötü? Akıl sır erdirmek mümkün değil.

Bir de takımlar "9 maç canlı yayınlanmasın, seyirci gelmiyor stada" diyormuş. Siz o seyirciyi stada çekmek için sadece kulüp sevgisi ve yayın engelini kullanıyorsanız vay sizin halinize. Ama Fo(s) Tv yanlış anlamış sanırım kulüplerin bu çağrısını.

Futbol İşi ve Bozuk Düzen.

Futbolun Şifreleri kitabında Kuper ve Syzmanzki futbol işini "dünyanın en aptalca" işlerinden biri olarak tanımlar. Çünkü futbolda dönen cirodan maliyet düşülünce atılan taşın kurbayı ürkütmediği ortaya çıkıyor. Futbol kulüplerinin borçları ile ilgilenen taraftarları anlamakta zorluk çekenlerden değilim. Başkalarının dediği gibi "taraftarın ne işi olur yönetimle, borçla" demiyorum çünkü bir takımı sahiplendiğinizde ister istemez bunların içinde buluyorsunuz kendinizi. İşi benim gibi mali müşavirlik olanların futbol aşkı ile birleşen mesleki bilgileri ise konuya bir ilgi uyandırıyor.

Taraftar algısı, belleğindeki en son hatıra ile anımsar futbol figürlerini. Buna en iyi örnek Q.Ö. Demirören ve Q.S. Demirören. Kulübün borcu vardı, yeterdi ancak, borçlanmanın maliyeti dünya yıldızı olunca katlanılabilir oluyor.

Nobre'nin futboldan para kazanmasını işsiz Türk gençlerine açıklamak bir sosyal sorumluluk projesi olmalı. İşsiz Türk gençlerini kim ne kadar düşünür bilmiyorum ancak işsiz İspanyol gençlerini Francisco Jorquera 'nın en azından söylemde düşündüğü ajanslara düştü geçenlerde. Bizim gibi popülist yaklaşımların odağı olan futbol politika ilişkisinde, kulüpler ve futbolcular alehine bir kanun tasarısı veren milletvekili bir sonraki seçimde seçilemez.

Ajanslara düşen haberden bir kesit aşağıda var.

"İspanya'nın kuzeybatısındaki Galisya bölgesinde faaliyet gösteren Galisya Milliyetçi Bloğu'nun (BNG) meclise sunduğu ve büyük bir çoğunlukla kabul edilen önergede, futbol kulüplerinin bütçelerini sağlıklı bir duruma getirmeden büyük harcamalar yapmaması, gerekirse hükümetin futbolcu maaşları ve transferlere bir limit getirmesi talep edildi. Hükümetteki Sosyalist İşçi Partisi'nin (PSOE) ve ana muhalefetteki Halk Partisi'nin (PP) de tam destek verdiği önergede, ''kulüplerin ödemelerini zamanında yapmasını sağlamak için gerekli önlemlerin alınmasının teşvik edilmesi'' istendi ve ''eğer gerekirse futbolculara ödenen maaşlara bir limit konulması için çalışmalar başlatılacağı'' belirtildi. "

Yukarıda anlatılanların Türk futbol anayasasının "değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez" maddelerinden. Ara ara gündeme gelen "salary cab" uygulaması da Nobre gibi oyuncular için tam bir kabus olacağından alan memnun satan memnun. Ancak Mallorca gibi bizim Beşiktaş ya da Galatasaray Avrupa kupalarına gidemediği gün anlaşılacak bazı şeyler.

Kuper ve arkadaşı futboldan kar edilmez, kötü bir iştir diyor ancak Arsenal vergi öncesi yaklaşık 35,2miyon £ kar ettiğini açıkladı. Faaliyet raporuna buradan ulaşabilirsiniz. Ancak bu karın bir de bedeli var ki bu bedel uzun süre şampiyon olamamak. Türkiye'de ise durumlar daha farklı. 3,5 takımlı ligde çok para harcan da hiç harcamayan da dönüşümlü olarak şampiyon oluyor çünkü "sürdürülebilir" kelimesi lugatımızda yok. Başkalarının başarılarına "tesadüf" dedikten sonra kendi "tesadüsfleri" ile başbaşa kalan başkanlar tarafından yönetiliyor ve yönlendiriliyor Türk futbolu.

Kulüplere karşı net bir vergi politikası belirlenmediği gibi denetim mekanizmasnın işlememesi de başka bir sorun. Borsaya kote futbol takımlarının mali tabloları incelendiğinde, bu mali tablolar takımlara değil ticaret veya üretim şirketlerine ait olsa kesinlikle iş yapmayacağınız sonucu çıkıyor. Ancak Robinho transferi spekülasyonları birilerini zengin etti bile borsada.

Futbol takımlarına yönetici olma yeterliliği sadece başkana vaad edilen nakit miktarı olduğundan verdiklerini almak isteyen olması çok doğaldır. Futbolun vitrininde olmanın ülkenin vitrininde olmakla aynı anlama geldiğini bilen yöneticilerin bir abuk açıklaması ile ticaret hayatındaki rakiplerine göre haksız bir rekabetle öne geçtikleri bir gerçek.

Konu dağılmaya başladı ancak düşünmenin ve üretmenin gereksiz görüldüğü bir futbol dünyasında yaşıyoruz. Futbol düzeninin kusursuz işlediği düşünülen ülkelerdeki takımların borç batağında olması düzenin aslında her yerde bozuk olduğunu gözler önüne seriyor. Futbol kitlelerin afyonu olma görevini sürdürüyor ve kazandığı hafta düşünmeyen taraftarlar yaratıyor.

23 Eylül 2010 Perşembe

Bir Selden Diğerine Koşan Hep Aynı Seli Görür..

Futbolu analiz etmek, taktik ve teknik envanterini çıkartmak çok hoşlandığım bir şey değil. Hem bu konuda iyi olmadığımı hem de yazmak için izlediğimde futboldan zevk almadığımı fark ettim. Bu işi çok iyi yapan bloggerlar, tv yorumcuları ve teknik direktörler varken ahkam kesmek bana pek doğru gelmiyor.

Bir kaç maçı yazmak için izlediğimde zihnimde kalanların genel de hatalar olduğunu fark ettim. Zevk almak için yaptığım bir işin hep olmayanlarına odaklanmak alınan zevki minimize ediyor. Az çok gördüğümü yorumlayabilecek biri olduğumu düşündüğümden genelde maç yazısı yazmaktansa işin "sadece futbol olmayan" yanına da eğilmek eğlendiriyor beni.

Ancak izlediğim son iki Beşiktaş maçı özelinde birşeyler yazmak geretiği hissine kapıldım. Bir futbol takımı olarak sahaya çıkan Beşiktaş'ta sihirli sözcüğün "takım" olması gerekirken, takım içindeki elemanlara takılmak "Guti" ve "Quaresma" özneli cümleler kurmak bütünü kaçırmak anlamına geliyor.

Hem CSKA hem de Fenerbahçe maçlarına baktığımızda, 2 maçta 4 puan, dünyanın her yerinde başarı, bazı yerde ise kabul edilebilir olarak görünür. Ancak her bir 90 dakikayı izlerken gözlerin "takımın" bir kaç elemanına kitlenmesi bütünü görmek açısından sıkıntılı bir durum.

Beşiktaş takım olarak geçen sene bu zamana kadar kilometrelerce yol kat etmiştir ancak hedefe ulaştığını söylemek en hafif tabirle hayalcilik olur. Güzel futbol bekleyen taraftarı oyunu sakip yarı alanda oynayarak heyecanlandırmak elbetteki güzeldir. Ali Ece'nin 3 Korner 1 Penaltı programında yaptığı tespit değişim açısından oldukça yerindeydi. Maçın son dakikalarında defansif iştahı had safhada olan Nobre ve Bobo'dan bahsedip, geçtiğimiz sezon maçın son dakikalarında defansif oyuncuların hücumda gol aramasa gönderme yaptı. Beşiktaş'ta değişen buydu çünkü Beşiktaş için değişim gol sorunu çözmekle başladı.

Peki Beşiktaş evrim,devrim,değişim ne dersek diyelim tamamladı mı? Tabi ki hayır? Öncelikle orta alanın defansa ve hücuma entegre olması için biraz daha zaman geçmesi gerekiyor. Lucescu zamanında yakalanan takımsal ahengin oluşması durumunda kalite olarak çok daha önde olan bu kadronun daha çok şey başaracağı ortada. Ancak başlıktan da anşıldığı gibi Beşiktaş'ı Guti ve Quaresma'dan ibaret sanmak ve sürekli bu oyuncular üzerinden Beşiktaş'ı anlamaya çalışmak Beşiktaş'ı 2 futbolcuya indirmek anlamına gelir.

Aslında Beşiktaş özelinden yazılan yazı Arda-Galatasaray, Alex-Fenerbahçe olarakta kaleme alınabilir.

"Bir selden diğerine koşan hep aynı seli görür" alıntısını yapar babam zaman zaman. Futbolun yıldızları futbolu izlenilir yapan unsurların en büyüğüdür belki ama gözleri Quaresma'dan İbrahim Üzülmez'e, Arda'dan Emre Çolak'a, Alex'ten Özer'e de çevirmek gerekir bütünün tamamını anlamak için. Hatalar oyunu olan futbolda en parlak yıldızlar tabi ki yanındakileri daha sönük gösterecektir.

15 Eylül 2010 Çarşamba

Aman Tanrım Rezil Olduk(!)

Birşeyler karalama niyetindeydim uzun süredir boşladığım bloga. Gerek program, gerekse iş, gerekse de benim tembelliğim sonucu bir süredir yazamıyordum ancak baktım ki herkes Bursaspor'u karalıyor! ben de bir kaç şey yazmak zorunda hissettim kendimi.

Bursaspor'un şampiyonluğunun karşısında duran güruhun temel dayanağı Avrupa'da rezil olunacağıydı. Ne işi vardı Bursaspor'un anlı şanlı 3 büyüklerin yerine Şampiyonlar Ligin'de? Bu tezi ilk Avrupa macerasını Eylül ayına taşıyamayan 2 büyük yerle yeksan edince geriye rezil olacak 2 takımımız kalmıştı. Ve dün gece Bursaspor ve Ertuğrul Sağlam bizi rezil etti.!

Galatasaray'ın "tüm Maykılları" geçip Şampiyonlar Ligine kalması ile başlayan serüvende ilk galibiyetin 11. maçta, ilk golün ise 6. maçta gelmesi Galatasaray adına pek iç açıcı bir tablo olarak görünmüyor ne yazık ki. Lucescu haricinde gruptan çıkamayan bir Galatasaray'ın yerine Bursaspor'un olması pek de kötü durmuyor gibi kağıt üzerinde.

Ligi her zaman Avrupa kupasının üzerinde tutan bir Fenerbahçe'nin hiç puan alamadığı grup maçları sonrasında söylenen lafların ardından sığınılacak ilk liman "tecrübesizlik"ti. İlk gruplara kaldığı 1996-97 sezonun Şampiyon Liginde ilk galibiyetini 4. maçında ManUtd karşısında alan bir takım olan Fenerbahçe'nin bundan 2 yıl önce Şampiyonlar Liginde fırtınalar estirdiğini hatırlıyoruz.

Beşiktaş ise genel itibari ile Lucescu ve Rasim Kara haricinde bu sezona kadar Avrupa'ya turist olarak giderdi. Liverpool ve Metalist maçlarının Bursaspor'un şampiyonluğundaki domino etkisi tartışılmaz.

Dün akşam sahada dizleri titreyen bir Bursaspor vardı. Yeri geldiğinde amatör ruhtan söz edenler o gencecik çocukların dizlerinin titremesini amatör ruh kapsamına alıyor mu bilinmez ama Teknik direktöründen, futbolcusuna, yöneticisinden taraftarına bir "şaşkınlık" vardı şehirde. Ya da ekranlara yansıyan şey buydu.


Futbolda kazanan ya "az hata yapandır" ya da "doğruları daha çok yapan" Bursaspor sahaya "az hata yapmak" için Valencia ise "daha fazla doğru yapmak" için çıkmıştı. sakınan göze çöp batar misali ilk golde öyle bir vuruş çıktı ki o gole şahit olan herkes kendini şanslı hissetmelidir. Hata yapmama baskının hataya dönüştüğü anlarda kalesinde gol gördü Bursaspor.

Tecrübe dediğimiz şey işte bu. Baskıyı kaldırabilme gücü ve kapasitesi. Bursaspor ve Ertuğrul Sağlam "öğrenen" bir kimliğe sahip. Ki bu öğrenilmişliğin semerisini Sivasspor'un başaramadığını yaparak aldılar.

Bu maç birşeyler öğretmiştir Bursaspor'a. Ama bizim öğrenim ile aramız biraz limoni olduğundan futbolcu yetiştirmek konusunda, onların hayallerini, ufuklarını geliştirmek konusunda oldukça kabızız. Bizim öğretemediğimizi umalım ki Valencia öğretmiştir.

1 Eylül 2010 Çarşamba

YUMURTA KAPIYA DAYANINCA...

Bir süreliğine "duyumculuğun" tadahülden kalktığı bir sürece henüz girdik. Transfer sezonunun sona doğru hızlanan süreçte herkes gözünü ekranlara, kulağını radyolara kitlemiş "ha geldi ha gelecek" diye takımının yeni transferini beklerken akıllara pek çok düşüyor tabiki.

Avrupaya henüz veda etmiş takımların bir hafta rötarlı transferlerine bakınca Digitürk bu parayı neden verdi sorusu geliyor akıllara?

Eğer sadece Süper Lig hedefli çalışmalar yapılıyorlarsa - ki o bile yapılmıyor- ne diye bu kadar para harcamaya gerek var?

Transfer hem çok kolay hem de çok zor bir iştir. Transfer yapmadan önce çizeceğiniz yol sizin için transferi şekillendirecektir. Bundan futbolcunun takıma katkısı anlaşılmasın, o risk %15-20 arasında her transferde hakkını saklı tutar.

Transferin en minimal tanımı "takıma yeni bir oyuncu katmak"tır herhalde. Yeni oyuncular ile sezon için kadro planlamasını yapmak ve en sürdürülebilir kadro istikrarını sağlamak. Bu yöneden bakıldığında transfer denen şeyin bir nevi "eksik parçaya övgü" olduğunu görüyoruz. Eğer eksiğinizi görmezseniz, Beşiktaş gibi sağ kanadı doldurup sol kanadı öksüz bırakabilirsiniz. Transfer bir nevi kadro mühendisliğinin paraya dökülmüş kısmıdır.

Geçtiğimiz sezon Avrupa Ligine Atletico Madrid maçları ile veda eden Galatasaray'ın 4-6-0 dizilişini kullanamak zorunda kalması da bu mühendisliğin geçtiğimiz sezon Galatasaray için ne kadar kötü icra edildiğinin bir emaresi olarak gazete yapraklarındaki yerini aldı.

Transferin son 48 saatinde bomba patlatmak sadece paraya kıymaktır. Çünkü transferi son güne bırakmak ya elekten geçememiş oyunculara ya da ederinin çok üstüne takımından kopartabileceğiniz görece iyi futbolculara mahkum olmaktır. Seçeneklerin bu kadar daraldığı bir durumda sizin için gerekli parçaları makinaya monte etmek muhakkakki zordur.

Galatasaray'ın Misimoviç ve Insua, Fenerbahçe'nin Yobo ve Beşiktaş'ın Fatih Tekke transferlerine bakıldığında sadece Misimoviç'in adı 2 gün öncesine kadar transfer haberlerinde geçiyordu. Yani geriye kalan oyuncuların 48 saat içinde karar kılınan oyuncular olduğu ortaya çıkıyor.

Planlama konusunda sezon başında yapılan Stoch ve Quaresma transferi bir nebze olsun daha sistemli giden takımların olduğunu gösterse de Beşiktaş'ın kadrosundaki dengesizlikler, Fenerbahçe'ye tombaladan Yobo'nın çıkması aynı tasın aynı hamamda yıllardır durduğu yerde olduğunu hatırlattı bize.

Transfer sezonlarından menajerlere esir olan kulüplerin transferden kaynaklanan gelir gider denegesinde sadece 1 takımla artıda bulunması ilginç. Süper Lig'te sadece Kayserispor sezon sonu transfer işlemlerinden kar etmiş.