19 Şubat 2010 Cuma

“Düşler Tiyatrosu’nun” Acemice Anlatılan Bir Asırlık Hikayesi


Ben bir toprak parçasıyım. Biraz kum, biraz kil, bolca yağmur. Yılların rüzgarı neler aldı götürdü üstümeden bilmiyorum.? Ben bir toprak parçasıyım. Diğerlerinden daha şanslı. Herkes kendini bir şekilde şanslı hissetmek ister, ben gerçekten şanslıyım.

1909 yılıydı. O güne kadar ne olduğumu, ne için var olduğumu bende bilmiyordum. Ta ki John Henry Davies diye bir adam gelene kadar. Ayakları ile gezindi üstümde. Sağıma soluma baktı ve karar verdi. Tarihin akışını değiştirecek, benim kaderimi değiştirecek kararı verdi.

60.000£ harcanacaktı ama yetmedi 90.000£ harcadılar. Kendimi o gün çok önemli hissetmiştim, altı üstü bir toprak parçasıydım. Archibald Leitch bana uzaktan bir göz atıp gitmişti. Sonradan duydum ki üstüme inşa edilecek stadın mimarıymış, Britanyada 20 kadar stadta öyle ya da böyle imzası varmış.

Daha önce North Road’u ve sonrasında Bank Street’i mesken tuttu Machaster United. Ama ne meskenler? Sürekli bir fabrika dumanı altında insanların birbirlerini görmeden oynadıkları futbol. Bu kör dövüşü hem ligi hem de FA Cup’ı kazanan bir takıma yakışmıyordu. Henry Davies olmasa belki ben de bir fabrikaya ev sahipliği yapacaktım. Taraftarların çığlıklarını değil, makine dişlilerinin seslerini duyacaktım sürekli.

Bir yandan üzerimde bir stad yükselirken bir yandan da mimarım Leitch insanları buraya daha kolay getirtebilmek için gerekli yazışmaları yapıyordu. Yakınımdan geçen bir tren ne kadar güzel olurdu.

1909’da başlayan değişimim 1910 yılında bitmişti. Ben artık Kırmızı Şeytanların üzerinde futbol oynadığı, 77.000 kişilik, 12.000 koltuklu, Britanya’nın en muhteşem stadıydım.

The Sporting Chronicle’ın muhabiri üzerimde ilk gollerin atılacağı Şubat ayının 19. Günü yazdığı yazısında “ Şimdiye kadar gördüğüm en güzel, en ferah, en olağın üstü stadyum burası. Rakipsiz bir futbol arenası burası. Bu stad Manchester için bir onur kaynağı. Eğer isterse United burada mucizeler yaratabilir.

İlk maçımda konuğum Liverpool’du. Bir mucize gerçekleşmedi.

Homer,Wall ve Turnbull’un sarstığı ağlar ilk galibiyeti almamıza yetmedi. 19 Şubat 1910’da oynan ilk maçta Liverpool bizi 4-3 yenerek bu sahada galibiyet yaşayan ilk takım oldu.

1923 yılında Wembley Stadı yapılana kadar FA Cup finalleri benim le birlikte İngiltere’deki diğer stadlarda oynandı. 1911 yılında Jimmy Speirs’ın golüyle Bradford, Newcastle’ı yendi ve Old Trafford’daki ilk FA Cup finalini kazandı. O tarihi maça benimle birlikte 58.000 kişide tanıklık etti. İkinci FA Cup finali ise Sheffield United ve Chelsea arasında oynandı. 50.000 kişi önünde yapılan karşılaşmayı Sheffield 3-0 kazandı.

1936 yılında konuklarımın rahatı için stadyumun üstü kapatılmaya başladı. 1938’e gelindiğinde stadın yarısının üstü kapatılmıştı. Aradan geçen 28 yılda artık ben bir marka, bir ev, bir mabettim.

2. Dünya Savaşında önce depo olarak kullanıldım. Bu kanlı savaşın bir parçası olma hatasından çabuk kurtulmama rağmen savaş beni içinde çekiyordu. 22 Eylül 1940 ‘ta futbol toplarının yerini Alman topları aldı. 1941 yılının Mart ayının 8. Günü yeniden futbol topu ile tanışmama rağmen, bu sevinç sadece 3 gün sürdü. Yerle bir olmuştum. Savaş golü kaleme atmıştı.

Bu bombardıman Manchester’ı birleştirtirdi. Man Utd ‘ın sığınağı, ezeli rakibi Man City’nin sahası Maine Road olmuştu.

Ben yine bir toprak parçasıydım sadece.Biraz kum, biraz kil, bolca enkaz ve hatıra. Ama benden vazgeçmediler. Bir senede vücud bulan ben, neredeyse 10 senede kendime gelememiştim. Savaşın yıkıcı etkileri sadece insanları değil benim gibi ruhu olan herşeyi sarmıştı.

Futbol topu ile yeniden buluşmam, taraftarlara kucak açmam 8 yıl sürdü. 41.748 kişiden ilki stada doğru yaklaştığında eski günleri hatırlayıp ağlamaya başladım. Üzerlerindeki kırmızı beyaz formalar ile içeri giriye girdiklerinde ikimizde birbirmizi ne kadar özlediğimizi anladık. Bir daha ayrılmak mı? Asla.

Bolton Wonderers’ı 3-0 yendiğimiz o gün 41.748 taraftar, futbolcular ve ben bir bütün olmuştuk artık. 8 yıl yeterdi.

O günden sonra, hızla savaşın etkilerini gidermek için hummalı bir çalışma başladı. Önce tribünlerin üstü kapatıldı. Ardından 1957 yılında sıkışan maç programına uyum sağlamak için ışıklandırıldım. Artık geceleri de yaşayan, 7/24 futbolla ve insanlarla içiçe bir yere dönüşmeye başlamıştım. İlk gece maçını yine Bolton Wonderers’la yaptık. Tarih 25 Mart 1957 idi.

6 Şubat 1958’de bütün yeşilim siyaha döndü. Güle oynaya gönderdiğim evlatlarımı kaybetmiştim. Kızılyıldız’ı yendikten sonra evlerine dönmelerini beklerken 8 tanesi bir daha basamadı çimlerime. Busby’nin Bebekleri sizi çok özlüyorum.

1966 yılında düzenlenecek Dünya Kupasında oynayacağım rolün önemini bilen yöneticiler çalışmalara hız kesmeden devam ettiler. 10.000’i koltuklu toplam 20.000 kişilik kapasite artışına gidildi. Ayrıca Birtanya futbol stadlarındaki ilk “localar” yapıldı. Artık özel konuklarımı daha da rahat ettirecektim. 1966 yılında 3 Dünya Kupası maçına ev sahipliği yapmanın ayrıcalığını yaşadım.

O günden sonra yükselen holiganizm bir takım önlemlerin alınmasını zorunlu hale getirdi. 1971 yılında dökülen kan, yeşil çimler ile taraftarların arasına tel örgülerin girmesine neden oldu. Artık konuşlarımın futbolcularla arasında tel örgüler vardı.

1980’ler boyunca kapasitem 80.000 kişiden yavaş yavaş 60.000 kişiye düşürüldü. Benim kapasitem düştükçe holiganizm arttı. Tüm stadlar tellerle çevrildi.Ve tarih 15 Nisan 1989’a geldiğinde bu tellerin kurbanı 96 taraftar oldu Hillsborough’de. Liverpool ve N.Forrest arasında oynanan FA Cup yarı finalinde yaşanan bu olay sonrası duruma devlet el koydu ve bugün hala Taylor Raporu olarak adlandıran raporu hazırlattı.

O raporda yazanlar sadece beni değil Britanya’daki binlerce stadı ilgilendiriyordu.
Artık tüm konuklarıma oturacak rahat koltuklar sunmak zorundaydım. Düzenlemeler sonunda tamamı koltuklu 44.000 kişilik bir kapasitem vardı. Bu 100 yıllık tarihimin en son düşük olanı. Daha sonra yapılan atılımlar ile önce müzeme kavuştum, ardından aile tribünü yapıldı.

Alınan başarılar sayesinde kapasitem 61.000’e çıkartıldı. Aradan geçen 8 ay sonrasında 68.000 kapasiteli bir stad olmuştum. 2003 yılında Şampiyonlar Ligi finaline ev sahipliği yaptım. Bu benim ilk uluslar arası final deneyimimdi ve hem Milan hem de Juventus taraftarlarınu memnun edebilmiştim.

Her zaman Wembley’in gölgesinde kaldığım söylese de Wembley’in 6 yıllık tadilat sürecinde İngiltere Milli Takımını da ev sahipliği yaptım. 2005 yılında kapasitem 76.000 kişiyi ağırlayacak seviyeye çıkartıldı. 100. yaşıma girdiğim bu gün ise 76.212 kişilik kapasitem var.

Ben bir toprak parçasıyım. Biraz kum, biraz kil ve binlerce taraftar. Ben sadece bir stadyum değilim. Ben 100 yıldır üzerinde sevinilen, ağlanan, ölünen, yaşanan, doyulan, bağrılan bir yerim. Ben 100 yıldır şarkıların söylendiği , 24 saat yaşayan bir yerim. Kimileri mabet der, kimileri arena, kimileri ise “Düşler Tiyatrosu” . Kim ne derse desin, ben bir toprak parçasıyım, diğerlerinden çok daha şanslı.

13 Şubat 2010 Cumartesi

Mercedes ve Tüylü Şapka...

Bu sezon Beşiktaş'ı ilk kez canlı izlediğim karşılaşma İnönü'deki Gaziantep maçıydı. O maçta gol sesi çıkmayınca taraftar Demirören'e Gaziantepspor başkanlığını layık görmüştü. Bu istek tesadüfen değildi. Beşiktaş, transfer döneminin büyük kısmını Antep'le pazarlık yaparak geçirmişti. Bu pazarlık sonucunda 2 futbolcu İstanbul'a bir futbolcu da Antep'a gitti. Aradan geçen 17 hafta sonrasında yine bir Gaziantep - Beşiktaş oynandı. Eski Türk filmlerinin ana temalarından biridir gurbetçilerin Almanya'dan köylerine ziyarete geldiklerinde, yaşadıkları abzürtlükler. İki arada bir derede kalmış 2. nesil ve 3. nesil. Gidenlerin değişmesi, kalanların değişmesi. Alman eş ile görümcelerin anlamsız diyalogları. Bu filmlerin giriş sahnesi de üç aşağı beş yukarı standarttır. Yeşil ya da kırmızı 1970 model Mercedes ile köye giriş, köyün çocuklarının arabanın arkasından koşması. Evin önünde duran arabadan çıkan şapkası tüylü gurbetçinin arabadan inerek sılaya uzun uzun bakması.

İşte Gaziantep karşısında Tabata ve İsmail'in durumu da filmlerde resmedilen gurbetçi gibiydi. Git-gel arasında ne Antep onların bıraktığı Antep'ti ne de onlar onlar giden Tabata ve İsmail. Zaten iki futbolcunun da maçı bitirememesi, duruma ve ortama aslında ne kadar yabancı olduklarını gösteriyordu.
Tabata'nın geçen hafta yarattığı placebo etkisi maçın 10. dakikasında sona erdi. 10. dakikaya kadar Olcan'ın 3 gol girişimi oldu sol kanattan. İlk 2 girişimdeki kötü pas seçimleri golün 10. dakikaya sarkmasına neden oldu.

Fenerbahçe patentli Olcan'ın çabası alkışlanacak cinstendi. Beşiktaş'ın skoru eşitleme arzusunun ateşini söndüren yine Olcan'ın kullandığı kornerdi. Arzusunu maçın tümüne yayarak Ekrem Dağ'ın fare doğrumasına sebep oldu. Maç seçme huyunun var olup olmadığı konusunda şüpheleri henüz gideremeyen Olcan'ın içinde muhakkak Fenerbahçeye dönmek yatıyordur ve tüm gözlerin üzerinde olduğu bir maçta harikalar yaratarak Beşiktaş'ı tek başına devirdi.
Bu maçta Beşiktaş'ın yanlışlarından söz etmek, Gaziantep'i es geçmek futbola ihanet etmektir. Modern futbol dediğimiz ama tam olarak tanımlayamadığımız oyunu oynadı Gaziantep. Her bölgede savaştı ve Beşitaş'ı pasifize etti. Attığından fazlasını kaçırdı.

Gollerin dakikaları Beşiktaş'ın oyuna dahil olma çabalarını püskürttü. Julio Cesar ve Beto hücum hattında buldukları boşlukları olumlu değerlendirebilselerdi skorun yankıları çok daha farklı olurdu. Serdar Kurtuluş, Tigana günlerinden kareler sergilerken, defansın ortasındaki Deumi ve Tomas pek çok takımın sahip olmadığı bir uyum ile fazla zorlanmadan maçı bitirdiler. Nobre'ye verdikleri 2 pozisyon maçın skorunun verdiği rahatlıktan ve Beşiktaş'ın o zamana kadarki oyunundan kaynaklanıyor gibi duruyor.

Beşiktaş için söylenecek tek şey sezonun en kötü oyunu oscarına aday bir performans.

Mustafa Denizli maç sonunda Galatasaray maçını bu maçın telafisi olarak gördüğünü söyledi. Peki Jose Coucerio bu performansı devam ettirebilecek mi yoksa Kasımpaşa maçında bunu telafi edebilecek mi?

7 Şubat 2010 Pazar

Athos, Porthos, Aramis ve Bobo...

Alexandre Dumas, 1884 yılında "Üç Silahşörler"i yazdığında muhtemelen bunun bir klasik olacağını bilmiyordu. Kitabın içinde geçen "Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için" sözünün çığ gibi büyüyerek aradan geçen 100 küsür yılda bir slogan haline dönüşeceğini de. Türk sinemasının futbol temalı en iyi filmlerinden biri olan "Dar alanda Kısa Paslaşmalar"ın en akılda kalan repiliği olan "dört doğru pas yüzde doksan goldür" sanki bu romana yapılmış bir gönderme gibidir.

Birbirinden yetenekli 3 silahşöre, taşradan gelen Dartanyan'ın eklenmesiyle başlayan hikaye, her biri ayrı ayrı yetenekli ancak bir araya geldiklerinde, biri diğerinin açığını kapatan, bir takım olarak hareket eden silaşörlerin takım olarak sonuca gitmesiyle biter. Kaybeden Kardinal ve adamlarıdır.

Dumas'ın silahşörleri ellerinde kılıç ile savaşırken, günümüzdeki en büyük savaşçıların silahı futbol topudur. Savaşı kazanmak gol ile mümkün olduğundan bu savaşların kahramanları genelde golü atanlardır.

Takım olmak ve dört doğru pastan bir gol çıkartmak her zaman yazıldığı kadar kolay değildir. Yediğinizden bir fazlasını attığınız sürece savaşı kazanmanız olasıyken, kalenizi de korumanız gerekir.

Bu sezon T.S.Ligte kalesini en iyi koruyan takımın Beşiktaş olduğunu görüyoruz. Oynadığı 18 maçta kalesinde sadece 11 gol gören Beşiktaş, bu 18 maçın 11'inde ise hiç gol yemedi. Lider Fenerbahçe kalesinde 20 gol görmesine karşın Beşiktaş'ın 6 puan önünde bulunuyor. Burada görünen şu ki Beşiktaş kalesini savunanlar işlerini doğru yaparken kahraman olması gereken silahşörler bu yükü kaldıramıyorlar.

Beşiktaş'ın bu kadar az gol yemesinin sırrı-ki bilinmeyen birşey değil- 4'lü defans ve bu hattın önünde bulunan, genelde Fink ve Ernst'te oluşan 2 futbolcu. Bu 6 kişi kaleyi savunurken geriye karşı kaleye golü atacak 4 futbolcu kalıyor. Bu 4 futbolcu içinden Bobo, Beşiktaş adına gole en yakın oyuncu. Beşiktaş'ın fiilen attığı 22 golün 8 tanesinde Bobo'nun imzası var.

17 takımlı ligte Beşiktaş'tan fazla gol atan takım sayısı 10. Bu sıkıntının Mustafa Hoca'da farkında ki 4'lü hücum hattını sürekli değiştiriyor. Bu değişikler içinde Bobo zaman zaman sol kanatta zaman zaman ise santrafor mevkinde yer alıyor. Şu anki oyuncu kadrosuna bakarsak ne Nobre ne de Batuhan, Bobo'nun yerini alabilir. Demek ki Beşiktaş Dartanyan'ını bulmuş, geriye kalan 3'lü için de sürekli bir arayış içinde.

Stabil ve verimli bir hücum hattını sürekli arayan Denizli ve kurmaylarının ilk yarıdaki tüm maçlara değişik 11'ler ile çıkması da bu arayışın bir göstergesi. Tello, Tabata, Nihat, Yusuf, Holosko, Serdar Özkan bu alanda değişerek oynuyorlar. Bu değişiklik öyle bir hal almış ki Beşiktaş bu sezon maç içinde 52 oyuncu değişikliğinin 40 tanesini hücum hattı için kullanmış. 8 karşılaşmada değişiklerin tamamı hücum hattına yönelikken, geri kalan 10 karşılaşmada da en az 1 hücum oyuncusu değişmiş.

Denizli maçı ile başlayan 7 maçlık galibiyet serisinde Beşiktaş, 21 puan topladı ve toplamda attığı 22 golün yarısını bu karşılaşmalarda kaydetti. Bu gollerin 4 tanesinde ise Bobo'nun imzası var. Bir zincir en zayıf halkası kadar kuvvetlidir. Beşiktaş'ta en kuvvetli halka Bobo gözüküyor.

Denizli'nin Athos, Porthos ve Aramis görevi verdiği futbolculara göz atacak olursak 9 farklı futbolcu denediğini görüyoruz. Tello 12 kez forvet arkasındaki 3'lü de görev alırken, Onu Nihat 10 karşılaşma ile izliyor. Tabata 9 kez bu hatta yerini aldı. Yusuf 7, Serdar Özkan 5, Holosko 3, Bobo ve Ekrem 2, Uğur İnceman ise 1 kere forvet arkası 3'lü hücum hattında görev aldı.

Forvet arkası 3'lü hücum hattını kombine olarak incelersek Nihat-Tabata-Tello üçlüsü 3 maçta görev yaparken, Ekrem-Nihat-Tello, Nihat-Tello-Yusuf ve Serdar-Tabata-Yusuf üçlüleri 2'şer maçta görev almışlar. Ve bu üçlülerden hiç biri 90 dakikayı tamamlayamamış maalesef.

Son Gençlerbirliği maçına çıkan kadro ile Beşiktaş bu sezon bir ilk yaşadı ve art arda iki maça aynı kadro ile çıkma başarısını gösterdi. Tabi ki hücum hattında yapılan iki değişiklik skoru belirlese de yine de bir hafta önceki kadroyu sahada görmek bir gelişme sayılabilir istikrar adına.

Beşiktaş'ın iki işi bir arada yapması gerekiyor. Defansif yapıyı bozmadan hücum yapmak oldukça zor bir iş. Bu zorluğun altından kalmak için yapılması gereken ise mevcut sistemde ısrarcı olmamak. 4'lü bir hücum hattı ile sahaya çıkabilmek için hücum oyuncularının defansif öğelere yabancı olmaması gerekiyor. Birbirinin açığını kapatmayan, birbirini tamamlamayan hücum oyuncuları ile oynamak ne skor üretmek anlamında ne de seyir zevki anlamında bir şey veriyor.

Mustafa Denizli mevcut sistemde ısrar edecekse Bobo'yu tamamlayacak şilahşörleri doğru seçmeli. Athos, Porthos ve Aramis olmasaydı Dartanyan Paris'e geldiği gün ölürdü.

5 Şubat 2010 Cuma

Delgado'yı Özleyip, Tabata ile Avunmak..

Beşiktaş'ın bu sezon ilk kez bir maça 4 gol sığdırdı. Gol atamaması ile ünlü bir takımın bir maçta 4 gol bulması belkide maçtan önce akla gelecek son şeydi.
Maç öncesi konuşulanların tamamen dışında gelişen bir karşılaşma oldu. Geçen pazar günüden itibaren taraftar forumlarında ve bloglarda yapılacağı söylenen eylemin hafta içinde yumuşatılması, takıma dönülme kararının üstüne bir de takımın başında Tayfut Havutçu'nun olması maçı daha da ilginç hale getirdi.
Beşiktaş'ın gelecek sezonki teknik direktörü olarak basında adı geçen Thomas Doll'un Beşiktaş karşısında ne yapacağı da merak konusuydu.
Maçın 7. dakidasında Tabata'nın Nihat'a verdiği pas, maçın ilk pozisyonunu doğurdu. Bu pas Tabata için aynı zamanda dönüş pasıydı. İyi niyetiniebu güne kadar efektif futbol ekleyemen Jazilya'nın sezon başından beri en iyi maçıydı. Top aldı, pas dağıttı. Delgado'nun sözleşmesinin dondurulmasıyla birlikte kafasındaki soru işaretleride dağılan Tabata bu gün daha farklıydı.
Beşiktaş ise aynı Beşiktaş'tı 2. gole kadar. Attılaan ilk gol hazırlanış açısından müthişti. Sivok oldukça klas bir vuruşla pozisyonu golle bitirdi ve saha dışındaki gözlerin saha içine dönmesine yardımcı oldu.
Doll'un yaptığı ilk değişiklik sonrası sistem olarak saha içindeki yerleşimini değiştiren Gençlerbirliği yine klas bir golle skoru eşitledi ancak futbol olarak çoktan Beşiktaş'ı geçmişti. Skor eşitlendikten sonra baskısını artıran Gençlerbirliği girdiği bir kaç posizyonu harcayınca, sahneye Bobo çıktı. Yine Tabata kaynaklı bir atağın sonunda ağları gördü ve maçı kopardı. Gençlerbirliği oyundan düştü ve Holosku farkı 2 yaptı. Tabata ise görmeyi özlediğimiz bir gole imza attı.
Delgado'yu özleyen taraftarlar için Tabata sıla olacak mı bunu zaman gösterecek ancak bugün bu özlemi dindirdi.
Ücreti yüzünden geldiği günden beri eleştrilenin Tabata olmaması gerekirken bunun baskısını yaşayan Tabata için güzel bir geceydi. Onun için güzel geçen geceler Beşiktaş taraftarı içinde güzel olmaya aday gecelerdir.

2 Şubat 2010 Salı

Haftanın Ardından TSL Değerlendirmesi


Ligin bir haftası daha geride kaldı. Ağır kış şartlarının ardından gelen haftada tüm maçlar oynandı ve Fenerbahçe liderliğini sürdürdü.

Kağıt üstünde zor bir karşılaşma olan Sivasspor deplasmanına eksiklerle giden Fenerbahçe için saha içinde alınan skor oldukça tatmin ediciydi. Bu maç öncesi sezonun ikinci yarısında İstanbul dışında sadece 4 maçı olan Fenerbahçe, bunlardan ilkini oyunu ile doğru orantılı olmayan bir skorla geçti. Futbolun skora değil, skorun futbola götürdüğü bir karşılaşma oldu. Sivasspor defansının verdiği hatalı pasın hakkını veren bir asist yapan Şelçuk, Fenerbahçe ile sorunları olan Semih'e bunları unutturma fırsatı verdi.

Sivasspor'un %51'i olan Mehmet Yıldız'ın golü, Volkan'ın kalesinde görmeye alışık olduğu bir goldü. Bir uzun top sonrası defansın arkasına sarkan Semih hem takımını öne geçirdi hem de Sivasspor defansının balansını bir daha düzelmeyecek şekilde bozdu. İçerisine dinamit konulmuş defansa kamikaze dalışları yapan Uğur Boral'ın 2 golünü özetlerde art arda izleyenler "tekrar mı acaba?" diye sormuş olabilirler. Aynı gollerin benzerini ters açıdan Gökhan Gönül'ün de atması tesadüften öte Muhsin Ertuğral'ın çözmesi gereken onlarca problemden sadece biri.

Türk futbolunda Anadolu devrimine son 10 sezonda en fazla yaklaşan takım olan Sivasspor için geçtiğimiz senelerde Bülent Uygun üzerinde yapılan eleştirileri düşündüğümüzde, Muhsin Ertuğral'ın başarılı olması Sivasspor için oldukça önemli. Böylesine akil bir adamın milli takımın başında olması ilginç olabilirdi. Sivasspor için bu maç ile ilgili söylenebilecek tek olumlu şey sahanın zeminiydi sanırım.

Bir güzel zeminde Denizli'deydi. Zeminin güzelliği, üzerindeki futbola ne kadar yardımcı oldu tartışılır ancak Denizlispor bu sezon ligde kalırsa hem bir destan yazmış olur hem de Süper Lig iyi bir zemini kaybetmemiş olur.

Zaman bilincini yitirmiş astronotlar gibi devre arasında, sezon başı gibi hareket edip kadrosuna 3 Premier Lig patentli oyuncu katan Galatasaray zorda olsa Denizli'den 2-1'lik skor ve 3 puanla döndü. Yeni transferlerden Neill takıma ısınmış görünürken, Jo attığı gol dışında takımla bütünleşmek için biraz daha zamana ihtiyacı olduğunu gösterdi. Elano, Jo, Giovanni, Neill gibi ithal yıldızları olan Galatasaray'ın saha içindeki yıldız gibi yıldızı yine Arda Turan'dı. Basının zorla Liverpool'a göndermek istediği Arda için söylenecek fazla birşey yok.

Söylenecek bir şeyin olmadığı diğer bir takım ise Beşiktaş. Cuma gecesi Antalya'da oynanan maçta futbolcuların kafasına silah dayayıp "kötü oynayın" denilseydi ancak bu kadar kötü bir karşılaşma çıkardı ortaya. Futbol adına hiç bir şey yapmayan iki takım maçı golsüz bitirmek isterken, futboldan hiç anlamadığı kesin olan bir hakemin verdiği kararla maçı Beşiktaş kazandı. 3 yanlıştan ancak bir gol çıkan maçta Beşiktaş 3 puan ile ayrıldı. Beşiktaş'ın sistemi hakkında yazmak suya yazı yazmaktan farksız olacağından bu konuda karışık olan kafaları daha da karıştırmaya gerek yok.

Antalya Stadındaki ve televizyon karşısındaki aklı karışıklara bir de Akatlardaki aklı karışıklarda eklenince ortaya çok ilginç bir tablo çıktı. Olağan Seçimli Kongrede yarışı Erdoğan Demirören, Abdülkadir Aksu'nun önünde bitirdi. Babaların seçimi şeklinde geçen kongrede oylarını kullanan 7600 kongre üyesinden 4500'ü kulübe siyaset bulaştırmadı. Geri kalan 5200 kişi ise hiç bir şeye bulaşmadı. Ölümü gördüğünden sıtmaya razıydı Beşiktaş taraftarı, ancak Başkan Yıldırım Demirören'in dediğini atlamamak gerek "Beşiktaş'ın gerçek sahibi 22.000 kongre üyesidir."

İki Beşiktaş var. Biri taraftarın Beşiktaş'ı diğeri ise gerçek sahiplerinin(!). İkisinin arasındaki fark ise siyah-beyaz.

Siyah ve beyaz arasındaki fark neyse Şenol Güneş'in Trabzon'u ile Bross'un Trabzon'u arasındaki farkta o. Şenol Güneş ile yeniden doğan Engin Baytar'ın 2 golü liderle olan puan farkını 10'da tuttu. Colman, Alanzinho, Engin gibi hücum oyuncularının ahengi ise ayrı bir tad veriyor. Bunu her zaman skora yansıtıp maç kazanamayabilir Trabzonspor ancak gelecek için bize izlenesi maçlar vaad ediyor.

Taraftarlarına önümüzdeki sezon Avrupa kupaları maçları izletmek isteyen takımlardan Bursaspor ise bu hedefine ulaşacak gibi görünüyor. Eskişehir karşısında ilk dakikada gelen gol, sonra gelen gollerin hazırlayıcısı oldu. Geniş alanda oynamayı seven oyunculardan kurulu Bursaspor öne geçtiği maçları rahat kazanacak bir kimlikte oynuyor. Belki de şu anda ligin en organize takımı. Bu organizasyon yeteneği ne ölçüde, Ziraat Türkiye Kupası’ndaki Fenerbahçe maçında bunu göreceğiz. Bursaspor uzun lig maratonu yerine daha kısa bir kulvar olan kupaya konsantre olabilir.

Sezonun geride kalan bölümüne bakıldığında en efektif transfer hangisi sorusunun cevabı benim tarafımda Makakula'dır. Attığı 1 gol, bunun karşılığında aldığı 3 puan Kayserispor için altın niteliğindeydi. Antep deplasmanında kazanmak Kayseri’ye sadece 3 puan değil aynı zamanda güven de getirdi.

10 puan arasına sıkışmış ilk 6 takım. Bir maçın skoru ile birden fazla takımın yerinde oynama olabilir. İstediğimiz bu değil miydi?