19 Nisan 2010 Pazartesi

Yiğiter Uluğ ile Oradan Buradan..

Spor medyasının ilkeli kalemlerinden Yiğiter Uluğ ile tadından yenmez bir söyleşi yaptık. Öncelikle kendisine bu vakitsizlikte ayırdığı vakit için sonsuz teşekkürler. Yazılarını özlediğimiz Yiğiter Uluğ hasretini bir nebze olsun dindirebilirsek ne mutlu bize.
Keyifle okumanız dileği ile.
1- Yazdığınız yazılardan oluşan “Haticeye Mektuplar” kitabını göz önüne aldığımızda mektuplar adresine ulaştı mı?

O mektuplar, benim 1994 ile 2003 arasında, çalıştığım gazete ve dergilerde yazmış olduğum yazılardan, Tanıl Bora tarafından yapılmış bir seçkiydi. Altını çizmeye çalıştığım sorunlar, futbolumuzda ve spor âlemimizde aynen devam ediyor. Bu açıdan bakıldığında, mektupların adresine ulaşmadığını öne sürmek mümkün. Ama dürüst olmak gerekirse, benim mektupları göndermek istediğim asıl adres, her türlü incelikten, duyarlılıktan, çağın gerektirdiği geniş bakış açısından yoksun olduğu halde yönetici koltuklarında oturan, tek derdi kendi iktidar mücadelesi olan, sevgiden ve spor kültüründen nasibini almamış para babaları değildi. Onların bu mektupları okumayacağından, hasbelkader okusalar dahi, hiç üzerlerine alınmayacağından emindim neredeyse… Gerçek okuyucularımın, değişimi talep eden genç sporseverler olduğunu tahmin edebiliyordum. O mektuplar kaleme alınalı neredeyse 10-15 yıl oluyor. Bana ulaşan tepkiler hâlâ çok genç, çok dinamik ve hep bu topraklarda bir şeyleri değiştirmekten yana olan devrimci beyinlerin ürünü. Bunu gördükçe, mektuplarımın tam da istediğim adreslere gittiğine inanıyorum.

2- Simon Kuper ile yaptığım röportajda Türk spor basınında yazıların kısa olduğundan ve bu kadar kısa yazarak bir analiz yapmanın zorluğundan bahsetti kendisi. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?

Haklı tabii. Bu şartlarda Türk spor basınının bir Simon Kuper yaratmasına imkan yok. Özellikle maç yazıları için hem zaman, hem de alan kısıtlaması var. Taşra baskılarının erken olması nedeniyle her yorumcu, yazısını maçın ikinci yarısı oynanırken yazmak durumunda. Oyuna konsantre olması, can alıcı detaylar yakalaması imkânsız. Bu nedenle maç yorumları özensiz, hatta biraz ağır bir tanımlama olacak belki ama “baştan savma” oluyor. Buna bir de “Aman abi 2500 vuruşu geçme” baskısı da eklenince, maç ertesi günlerde yazarlardan Avrupa standartlarında gerçek analizler beklemek hayal... Bence bizim yazarlarımızın en zayıf kaldığı alan, spor sayfalarında maç ertesi günlerde çıkan teknik analizler. Hatta öyle ki, televizyon ekranlarında söylenenler bile çoğu zaman ertesi sabah gazete sayfalarında yer alan yorumlardan daha derin ve detaylı oluyor. Radikal Futbol eki, söz konusu “arazi sıkıntısını” en çok aşabilmiş yayındı, bence… Uzun süredir ortada olmamasına karşın, hâlâ okurların zihninde yer etmesi de bu yüzden olmalı.

3- Owen, Fowler hatta Sergio Busquets bile hayatlarınından kesitler anlattıkları kitaplar yayınlarken, biz de bu kitapların sayısı yok denecek kadar az. Bu sporcu ve teknik adamlardan mı kaynaklı, yoksa Türk futbolseverlerin bu konuda bir talebi mi yok?

Ortada bir arz olmayınca talepten söz etmek de zor. Desailly’nin “Kaptan” kitabının hiç azımsanmayacak bir okuyucu kitlesiyle buluştuğunu biliyoruz. Demek ki, iyi yazıldığında Türk okuyucusu Fransa Milli Takımı kaptanının yaşam öyküsünü okuyabiliyor. Ama Türk spor tarihinin en önemli başarılarında ter dökmüş kaptanlarımızın, bir Hakan Şükür’ün, bir Bülent Korkmaz’ın hikâyelerini okuyamıyoruz. Neden? Yazabilen yok çünkü! Fakat bu, sadece futbolcuların ya da futbolu yazma iddiasında olanların kabahati değil. Hayatımızın hangi alanında insanların günlük tutma ve anılarını yayınlama alışkanlığı var ki? Futbolculara oranla yazıyla çok daha içli-dışı olan pek çok meslek grubunun, doktorların, avukatların, siyasetçilerin, diplomatların yaşam öykülerini de okuma şansı bulamıyoruz. Yazılmıyor. Bizde inanılmaz bir yazı tembelliği var. Her şeyi sohbetlerde anlatmayı ve geyik muhabbetine çerez etmeyi seviyoruz. Sonra da kaybolup gidiyor.




4- Üç tarafımız denizlerle çevriliyken bile denizi olmayan ülkelerden az balık tüketiyoruz. Aynı şekilde 70 milyon nüfusumuz varken lisanslı futbolcu sayımız Hollanda’nın neredeyse ¼ ü oranda. Bunun sadece teknik altyapı eksikliği ile açıklamak kolaycılık olmaz mı?

Balık meselesi, bizim hangi coğrafyada yaşadığını hâlâ anlayamamış bir millet olduğumuzu yüzümüze çarpıyor. Bizde yüzme bilen insan sayısı da çok azdır. 15-20 yıl kadar önce Karadeniz’de, kıyıdan sadece 50 metre açıkta bir tekne batmış ve içindeki insanların büyük bir çoğunluğu yüzme bilmediği için boğulmuştu. Topraktan kopamamak ve kaderini toprağa bağlamak, köylü ulusların en büyük özelliğidir. Bu bizde çok net biçimde görülüyor. Spora gelince, aynı şeyleri söyleyebilir miyiz, bilemiyorum. Çünkü dünyanın her tarafında spor alışkanlığı, okulda verilen bir şeydir. İlkokuldan başlayarak çocukların enerjisini dışa vurmaları ve yetenekli olduğu alanları bulmaları için her türlü imkan seferber edilir. Bunun için sayısız alan ve tesis vardır. Antrenörler sporu çocuklara sevdirmek ve onları eğitmek için çok uğraşır. Biz eğitim sistemimizde böyle bir tablo var mı? Yok. Bizde beden eğitimi dersini iptal edip sınıfa matematik yaptıran öğretmenler var… Bahçesi bile olmayan, apartman katlarında tedrisat yapan okullar var… Bir Almanya’da yaşayan 3-4 milyon Türk’ten ne oranda futbolcu çıktığına bakalım, bir de anavatandaki 70 milyondan çıkarabildiklerimize… Milli takıma oyuncu verme oranı neredeyse yüzde 50-50. Demek ki, imkan verildiğinde Türk ailesi çocuğunun spor yapmasına destek oluyor. Demek ki, doğru sistemde Türk çocuğu yeteneklerini ortaya koyabiliyor. Ama ne yazık ki, Türkiye’de çocukları içine sıkıştırdığımız cendereden üst düzey sporcular üretebilmek imkânsız. Oynamak için alan bulamayan, evine kapanıp kalmış ve peş peşe gelen sınavların kölesi haline getirilmiş çocuklardan ne bekliyoruz ki?

5- Hiddink’in en ufak bir başarısızlıkta Fenerbahçe günlerine bol bol atıf yapılacağı söyleniyor. Böyle bir durum sıkıntı yaratır mı?

Bence yaratmaz. Daha ilk basın toplantısında Hiddink, bu konu açıldığında ne kadar rahat olabileceğini, o günlerin gölgesinden çoktan kurtulduğunu gösterdi. Zaten buradan ayrıldıktan sonra o kadar çok şey yaşamış, öyle görmüş geçirmiş bir futbol adamı ki, bu tip basitliklere hiç takılmayacaktır.

6- Bursaspor’un şampiyonluğu bir devrim midir?

Bunu görmeden bir şey söyleyemem. Türk futbolu çok uzun süredir böyle bir devrimciyi bekliyor ama adaylar, kapıyı birkaç kez tıklattıktan sonra eşiği bile görmeden geri dönüyor. Yaşayalım, görelim…

7- Gazeteler dışında futbol temalı süreli yayın 1-2 taneyi geçmiyor. Kendini bir futbol ülkesi olarak tanımlayan bu topraklarda yeni bir Radikal Futbol doğma şansı var mı sizde?

İnternetin bu kadar hızlı yükseldiği, yazıya meraklı, çalışkan ve disiplinli hemen her futbolseverin bloglar aracılığıyla kendini istediği gibi ifade edebildiği bir ortamda dergilerin şansı giderek azalıyor. Hatta pek çok açıdan genç futbol okuyucularının, günlük gazetelerin sayfalarını da aştığını görüyorum. Bu bağlamda, dergi veya ek gibi kağıda basılan süreli yayın organlarına ihtiyaç kalmıyor. Ama internetin gençlere müthiş fırsatlar getirdiğine ve hemen her alanda olduğu gibi burada da özgürleşmeye inanılmaz katkılar yaptığına inanıyorum.

8- Blogları takip ettiğinizi biliyorum. Sizin blog tutmak gibi bir düşünceniz var mı? Takip ettiğiniz bloglar hangileri?

Şu sıralar kaçmaktan kovalamaya vakit kalmıyor desem yeridir. İşim Milli Takım’ın iletişim direktörlüğü. Her yayını satır satır okumak, en saçma yorumlardan en uyduruk haberlere kadar her şeyden anında haberdar olmak bu görevin en önemli parçası. Her gün televizyonlardan başlayıp, gazetelere uzanıyor, arada dergileri ve radyo programlarını da kaçırmamaya gayret ediyorum. Blogları, belki profesyonel gereklilik adına değil ama kişisel merakımın uzantısı olarak takip etmeye çalışıyorum . Tabii hepsine vakit ayırabilmek çok zor. O yüzden itiraf etmeliyim ki, son zamanlarda üç blog’a düştüm: İlk göz ağrım acetobalsamico ve basketboldaki vazgeçilmezlerim salsabasket ile maliano. Bu üç adrese hemen her gün uğruyorum ama diğerleri daha seyrek, ne yalan söyleyeyim…

9- Blog yazarları bu işi bedava yaparken gazetelerin bu iş için spor yazarlarına para verdiğini düşünürsek… Gazelerde bir köşe sahibi olmanın blog yazmaktan ne gibi farkları var?

Gazetede yazmanın en büyük farkı, sizin her istediğinizi yazamamanız. Zaten haftalık yazı günleriniz (veya gününüz) belli. Bazen sayfaya gelen ilanla onda da yeriniz kısıtlanabiliyor. İçeriğe gelince, çoğu zaman sizin değil editörün tercihine uygun bir konu seçmeniz gerekebilir. Mesela, siz Türkiye’nin Euro 2016 adaylığı üzerine teknik bir şeyler yazmanın hazırlıklarını yaparken, gazetenin mutfağından gelen telefon, sizden bir Alex portresi çıkarmanızı isteyebilir. Çare yok, sayfayı yönetenlere uymak zorundasınız. Maç yazılarında da söyleşinin hemen başında anlatmaya çalıştığım olanaksızlıklar belirleyici oluyor. Dolayısıyla, bir gazetede haftada üç yazı yazan, bunların ikisinde maç yorumlayan bir yazar, o hafta üç yazısında da istediği konuları gönlünce ele alamamış ve istediği cümleleri tam olarak kuramamış olabilir. Ve gazete basılıp piyasaya çıktığı anda geri dönüş yoktur. Oysa blogda canınızın istediğini yazabilir, yazdıktan 5 dakika sonra beğenmezseniz, şak diye değiştirebilirsiniz. Teknolojinin getirdiği muazzam bir özgürlük bu!

10- Bir yazar olarak hem olmuş şeyler hakkında yorum yapıyorsunuz, hem de olması muhtemel durumlar hakkında öngörülerde bulunuyorsunuz. Bu öngörüler içinden sizi hayal kırıklığına uğratan oldu mu hiç?

İnsan belleği çok ilginç. Büyük yanılgıları hemen siliveriyor. Mutlaka benim de yanılgılarım, hatalarım olmuştur ama şu an hatırlayamadım vallahi. Buna karşılık en çok övündüğüm yazılarımdan biri, Süreyya Ayhan’ın Avrupa Şampiyonası’nda final koşacağı gün Radikal’de yayımlanan ve “Yoksa o gün bugün mü?” diye başlayan, Süreyya’nın altın madalya alabileceğine olan inancımı ortaya koyduğum yazıdır.

11- Barcelona günlerinizi düşündüğünde Türkiye de o yapıya yaklaşan bir kulüp var mı?

Ben Barcelona’dan döneli 11 sene oluyor. Bu 11 yılda mutlaka ileri doğru atılan bazı adımlar oldu ama henüz o yapının çok uzağındayız. Türkiye’den bir kulübün Barcelona’ya yaklaşabilmesi için önce Türkiye ile İspanya arasındaki farkın bir nebze olsun kapanması lazım. Önce gerçekten sporu seven, kendisi de spor yapan, dolayısıyla sporcuyu anlayabilen, empati kurabilen, taraftarlığını daha makul bir zemine oturtmuş kuşaklar yetiştirmemiz gerekiyor. Sonra da o kuşakların içinden çağdaş ve geniş vizyonlu yöneticiler çıkarabilmemiz…

12- Dünya Kupası yaklaşıyor. Sizce Afrika’da sıradışı takımlar sürpriz yapacak mı? Kimler final oynar?

Sürpriz olursa bu bir Afrika takımından gelir herhalde. Fildişi ya da Nijerya yarı final oynarsa kimse şaşırmasın. Gönlümden geçen final İspanya-Brezilya. Bu takımlar yolda birbirlerine toslar ya da birinin başına penaltılarla elenmek gibi bir talihsizlik gelirse o zaman Hollanda’yı finalde görmek isterim.
Teşekkürler...

2 yorum:

TenPoints dedi ki...

Hakikaten özlemişiz. Elinize sağlık ikinizinde. Çok güzel olmuş..

stalker dedi ki...

güzel olmuş hakikaten. böyle adamları dinlemek, okumak insana haz veriyor.

uluğ'un, blogunun ismine ilham veren kitabını da çok severim, ara ara açar okurum..