25 Mart 2010 Perşembe

Bu Derbinin Adı "Dünya Derbisi" Değil "Özhan CANAYDIN Derbisi" Olsun.

Değer yaratmak yerine başkalarının yaptıkları makyajlayarak bir şeyler ithal etmek sıkça başvurduğumuz bir yol. Pek çok alanda karşımıza çıkan bu durumu kabullenmek de bu değirmene su taşımaktan başka bir şey değil. Bize uymayan, bizden olmayan şeyleri üstümüze giymeye çalıştıkça en basit tabirle "gülünç" oluyoruz. Sadece orasına burasına "Törkiş" ekleyerek biçilen donlar emanet duruyor.

Başına "Törkiş" koyduğumuz değerlerden biri de "El Classico". Fenerbahçe - Galatasaray ne zaman karşı karşıya gelse dışardan devrişme "Törkiş El Classico" başlıkları manşetleri süslüyor. Bununla kalmadığımız gibi maalesef buna inanıyoruz da. Bir "dünya derbisi" olarak lanse ediliyor bir kaç sezondur bu karşılaşma.

Bir şeyin "dünya derbisi" olması için İspanya ve Azerbaycan'dan başka ülkelerde de canlı yayınlanması gerekmez mi sizce de? Kendi ligimizin en büyük spor olayı olabilir ancak bunu "dünyanın en büyük derbisi" ambalajıyla sunduğunuzda ortaya bir mantık hatası çıkmaz mı?

Arjantin’deki insanların saat farkından dolayı sabahladığını falan yok. Londra'da her pubta bu maçı heyecanla bekleyen futbol severler yok. Tüm Orta Doğu karşılaşma öncesi İbrahim Tatlıses şarkıları ile coşup kendini bu büyük maça hazırlamıyor.

Time dergisinin anketinde Atatürk'ü yüzyılın lideri seçtirmek yapılan "şuraya gir, oradan buna tıkla, çıkan listeden Atatürk'ü işaretle sonra "vote" yazan yere bas" tarifleri ile yapılmış bir oylama kadar anlamsız ve manasız. Kendi kendimize yaptığımız propagandanın basına tiraj dışında bir getirisi de yok.

"Dünya Derbisini" bir kenara bırakalım, Türkiye derbisi olarak düşünelim. Son 5-10 maçtan aklınızda kalan nedir? Mayıs ayında "sağanak" altında oynanamayan futbol, kafasına dikiş atılan hakem, her an ha çöktü ha çökecek diye bakılan tribün, Lincoln - Volkan kavgası, Cristian - Arda düeti, hafızaya ilk hücum edenler. Peki ya futbol?

Taraftarların, iki takımdan birinin hiçbir iddası olmasa bile bu maça hazırlanışları çok farklı oluyor. Ancak bu hummalı ve istekli bekleyiş her zaman mutlu bitmiyor.

Aklımın ermediği dönemlerin futbolunu, babamın anılarından ve açık olduğu zamanlarda youtube'dan öğreniyorum genelde. Bu öğrenim sırasında babamın anlattığı bir anı, her zaman çok anlamlı geliyor bana futbolsuz futbol maçları sonrasında.

"Geçmiş yıl, hatırlamıyorum ancak maç Galatasaray maçıydı. O zaman tabi biletix vs. yok. Biletler stadın giriş kapısında satılıyor. Gümüşsuyu'ndan stad göründü. Öğrencilerin o zamanki durağı açık tribüne doğru yürüdüm. İnanılmaz bir kuyruk vardı. Maçı kazanan neredeyse şampiyonluğu garantileyecekti. Kuyruklar arasından bir tanesini seçtim. İçim içime sığmıyor, sıra geçmek bilmiyordu. Sonra bir sıra fark ettim, oldukça seri hareket ediyordu. Önümdeki ve diğer sıralardan bir kaç kişi oraya geçince ben de o sırada buldum kendimi. Sıra hızla ilerliyordu, heyecan içinde stada doğru yaklaşıyordum. En sonunda sıra, kapalı bir gişeye götürdü beni. O gişe bir kaç dakika açık kalmış, hemen bir sıra oluşmuş ve uzamıştı. O kalabalıkta kapalı gişeyi gören bir küfür sallayıp bıraktığı kuyruğun daha da gerisine yollanıyordu"

Son dönemdeki "dünya derbileri" de aynı bu şekilde, ne futbol olarak ne de fair play olarak bize verdikleri, taraftarların maçı izlemek için sarf ettiği çabayı karşılıyor. Futbolda saha içinde de saha dışında da ne kadar çabalarsanız çabalayın istediğiniz sonucu almanız garanti değildir. Futbolda bir hata bütün beklentileri bir anda boş çıkabilir. Ve tek bir an kalır hafızalarda.

Özhan Canaydın'dan aklımda kalan tek an o durumda "o eli sıkması"dır. Sahip Somlar, Fatih Terimler, Lukunkular, stad maketleri, krediler, borçlar "o eli sıkabilmenin" yanında sadece teferruattır. "O eli sıkmak" sizi iktidardan edebilir, binlerce kişi küfür edebilir ama ben sadece teşekkür ediyorum.

Türk futbol tarihi, kavgalar, anlamasız demeçler, ölen taraftarlar ile birlikte o kazanmayı da kaybetmeyi de bilen "eli" asla unutmayacaktır.

Eskiden derbi demek maç saatine kadar eski maçları izlemek ve alt yazıdan kavgaları takip etmekti. İki takımın taraftarları maç öncesi birbirine girer, akşam da derlenen görüntüler, "sahalarımızda görmek istemediğimiz hareketler" klişesiyle başlar "ezeli rakip ebedi dost" masalı biterdi. Günler önceden istatisklerle maç hakkında bilgiler verilir, gazetelerin spor servisleri “ustalara derbiyi soradı”.

Taraftar kavgalarını bir nebze olsun kanıksamıştık ve münferit olaylar olarak değerlendiriyorduk. Ancak bu olayların bu gün tribünlere hatta sahanın içindeki futbolculara kadar sıçraması gerçekte bir “dünya derbisi” ise bizi dünyaya rezil edecek seviyede.

Bu maçlar öncesi tansiyon ne kadar yükselirse futbol oyun anlamında o kadar alçalıyor. Her zaman bize güzel bir maç vaat eden bu derbi, son yıllarda gerilimi çok futbolu az ekşi bir tat bırakıyor ağzımızda.

Yılın en önemli spor olayı olarak yazılı ve görsel basında kendine yer bulan bu derbiye anlam ve futbol yüklemek yine basının elinde. Gençler için derbiyi şiddet ortamından çıkartıp, futbolun “spor” yüzünü gösteren bir gösteriye dönüştürmek için yapılması gerekenler için hala geç değil. İşe yılda 2 kere oynana bu derbilere isim vermekle başlayabiliriz.

Her sene ev sahibinin bir efsane ismi ile anılabilir bu derbi. TSL Galatasaray – Fenerbahçe Özhan CANAYDIN derbisi yahut TSL Fenerbahçe – Galatasaray Lefter Derbisi gibi.

Hatta Turkcell Süper Lig sezonları bile bir önceki sezonun şampiyonundan bir isim alarak başlayabilir. Turkcell Süper Lig 2010- 2011 Süleyman Seba sezonu gibi.

Fantezinin sınırlarını zorladığımın farkındayım. Daha biz reklam kokan “yılın futbolcusu” ödüllerini kolejlerin konferans salonlarında aynı sezonda 12 farklı futbolcuya veren bir yapıdayız. Yıldırım Demirören’in yılın spor adamı ödülü aldığı bir mekanizmadan bu kadar sağduyu beklemek biliyorum, hayalcilik.

Sadece Galatasaray değil tüm futbol camiasının başı sağ olsun. En yukarıdakinden, mahalle arasındaki boşlukta futbol oynayan 6 yaşındaki çocuğa kadar herkesin fair play adına Özhan Canaydın’dan öğreneceği daha çok şey vardı.

Huzur içinde yat. O eli sıkan “ellerini” öpüyorum.

0 yorum: