Keyifle okumanız dileği ile.
31 Mayıs 2010 Pazartesi
Sporvitrini.com Yayında...
Keyifle okumanız dileği ile.
25 Mayıs 2010 Salı
Lost, Ezel, Futbol, Popülizm
"Hızlı giden atın boku seyrek olur," sözünü ilk duyduğumda Ezel o zaman televizyonda Miroğlu diye bile boy göstermiyordu. Evet hızlı giden bir attı. Aynı Lost'u alıp 1 haftamı 14 inç ekranın başında harcadığımda ki ruh halini yaşatmıştı bana ilk bölümlerde. Ama gel zaman git zaman hem Lost hem de Ezel bende izlemese de olur, yapacak daha iyi şeylerin olmadığı anlarda hoş vakit geçirtecek şeylere dönü.
Beni sıkan şeyin toplumun geniş kesimlerini kucaklamak adına yapılan senaryo değişikleri olduğunu anlamam fazla uzun sürmedi. Evet sanat için sanat ve halk için sanat safhasını geçeli çok olmuştu ve önemli olan reyting için sanattı. Televizyon programlarının HIV'si olan reyting nice dağları devirdi ki sadece para için yapılan bu dizilerin ister ABD'de olsun ister ülkemizde reyting kaygısından uzak olması beklenemez.
Dün Ezel'i izlerken ister istemez kumandayı NTV'ye kodladım önceki yıllardan kalma bir alışkanlıkla belki "90 Dakika"'yı izleyebilirim diye. O anda futbol düştü yine aklıma. Televizyon aptal kutusuydu ya peki futbol neydi? Temelinde ikisi de bir gösteri ve izleyicilerin cebindeki paradan besleniyorlar. İzleyici dediğimiz halk kitlesinin istediklerine göre hareket etdilmediğinde onlarda cebindeki parayı harcamaktan vazgeçebilirler.
Futbol kulüplerini yönetenler de taraftarlarının övgüsüne mazhar olmak için onların istediklerini yapmakla yükümlü sayıyor kendini. Hatta taraftarın nabzını tutan yöneticiler aynı işi yapanlardan "iyi" sıfatı alarak ayrılıyor. Örneğin Beşiktaş bu sezonun başarısızlığını silmek için Quarezma bombasını atıyor ortaya, Aziz Yıldırım hedefe Rüştü'yü koyuyor, Galatasaray gönüllerin teknik adamı Terim ile flört ediyor. Tüm bunların sebebi de Ezel'deki sulanmanın, Lost'taki anlamsız finalin sebepleri ile aynı. Toplumun geniş kesimlerini kucaklamak adına yoldan sapmanın uzattağı yolu tamamlayamayacağını anladıklarında hızla en kısa yoldan varış noktasına gitmeye çalışıyorlar. Bu hızlı yolculuk sayesinde ister istemez hatalar ihlaller oluyor be o ana kadar memnun etmeye çalıştıkları dahil pek çok kişiyi memnun etmekten uzak bir noktada buluyorlar kendilerini.
Lost bitti, Ezel sulandı, futbol dünyası şike, teşvik tartışmalarından geçilmiyor. Ama hepsi halk için. Halkı memnun etmek için.
Gönderen Kerem Akbaş zaman: 5/25/2010 06:22:00 ÖS 0 yorum
Etiketler: Beyin kıvrımlarından akanlar
20 Mayıs 2010 Perşembe
Transfer Sezonu Öncesi Genç Öğütme Makinası Beşiktaş
Transfermarkt.de fiyatları biraz uçuk göstersede transferleri ve dedikoduları takip etmek için oldukça iyi bir site. Geçmiş sezonların gelen giden futbolcularını görmek için de birebir.
19 Mayıs 2010 Çarşamba
Ameliyat Masası | Fenerbahçe | 8+8=2
Gönderen Kerem Akbaş zaman: 5/19/2010 09:42:00 ÖS 1 yorum
Etiketler: Beyin kıvrımlarından akanlar, fenerbahçe
TSL 2009-2010 Sezonun 11'i..
Sağ Bek : Ali Tandoğan (Bursaspor)
Sol Bek : İbrahim Üzülmez (Beşiktaş)
Defans Göbeği : Diego Lugano (Fenerbahçe)
Defans Göbeği : Matteo Ferrari (Beşiktaş)
Orta Saha : Emre Belözoğlu (Fenerbahçe)
Orta Saha : Gustavo Colman (Trabzonspor)
Sağ Açık : Volkan Şen (Bursaspor)
Sol Açık : Abdulkader Ketia (Galatasaray)
Forvet : Arıza Makakula (Kayserispor)
16 Mayıs 2010 Pazar
Yüzyılın Ligi. Şampiyon BURSASPOR..
12 Mayıs 2010 Çarşamba
City'e Niyet Eskişehir'e Kısmet.. Ve Batuhan Gider..
2007 yılında Beşiktaş’ın altyapısında futbol hayatına devam eden iki futbolcu bir süre manşetleri süsledi. Muhammed Demirci ve Batuhan Karadeniz temalı yazıların sütunlerda kendine yer bulması boşuna değildi çünkü Muhammed’i Barcelona, Batuhan’ı ise Man. City transfer etmek için kolları sıvamıştı.
Ve yıl 2010. Batuhan Karadeniz, bonservisi ile birlikte Eskişehirspor’a gitti. Bu alışverin taraflarından sadece Beşiktaş’ın zarar ettiği olduğu açık. Daha 3 sene önce henüz 15 yaşındayken Man City tarafından transfer edilmek istenen bir oyuncunun 3 sene boyunca bir arpa boyu ilerleyememesini sadece disiplinsiz hareketlerle açıklamak kolaycılıktan başka bir şey olmaz.
Günü kurtarma konusunda harikalar yaratan Mustafa Denizli’nin yeri geldiğinde 35’lik Yusuf’u gözü kapalı tahtaya yazması ne kadar doğal ise sabır isteyen, işlenmesi gereken bir oyuncuya zaman ayırmasını beklemek de o kadar hayalcilik olur. Kim ne derse desin bir oyuncuyu maça hazırlayan, ondan maksimum verimi alması gereken takımın teknik patronudur. Türk futbolcunun mental yapısını düşündüğümüzde 17-18 yaşında genç bir oyuncuya para ve şöhret verdikten sonra rahip hayatı yaşamasını mı bekliyorduk? Pascal’da bara gidiyordu. Peki Sergen disiplin timsali miydi?
Beşiktaş sadece Batuhan’ı “bununla uğraşılmaz” diye satmamıştır. Beşiktaş altyapıda futbol oynayan yüzlerce gencin hayalini de satmıştır. Şimdi siz hangi genç futbolcuyu kandırabilirsiniz “A takımda” oynayacaksın diye? Bakmayın son maçlarda Rıdvan’ın, Necip’in, Atınç’ın kadroya girdiğine. Eğer lige havlu atmasaydı Beşiktaş, seyredemyecektik bu gençleri. Çünkü Yıldırım Demirören ve Mustafa Denizli Necip’le,Batuhan’la 3. olmaktansa, Yusuf’la, Uğur’la, Nobre ile 2. olmayı tercih eder.
Bir sonraki futbolcu mezatında görüşmek üzere.
Gönderen Kerem Akbaş zaman: 5/12/2010 10:29:00 ÖS 1 yorum
Etiketler: Batuhan, Genç Yıldız Adayı
11 Mayıs 2010 Salı
Eller Kıymet Bilmiyor Anne..! Altay'ın Süper Lig İnadı..
Öncelikle Altay kulübü, başarısının bir tesadüf olduğunu yaptığı bu "kısa vadeli günü kurtarma harekatı" ile resmileştirdi. Federasyonun takımlara sadece futbolcu transferinde değil teknik adam transferinde de bir takım kısıtlamalar getirmesi gerekiyor. Teknik adamlar ve futbolcular bir sezonda iki takımdan fazlasında görev alamazken, takımlar bir sezonda istedikleri kadar teknik adam görevlendirebiliyorlar. Denizlispor'daki Erhan Altın örneği gibi de lige veda ederken fazla zorlanmıyorlar.
Bu çarpık yönetim düzeninde Güvenç Kurtar 6 gün sonunda takımı Süper Lig'e taşırsa 300bin TL'nin sahibi olacak ve günlüğü 50bin TL'ye gelecek. Yıllık 6,5 milyon TL alan Daum'un yılda 2 ay tatil yaptığını varsayarsak Daum'un günlük ücreti 21bin TL'ye geliyor. Hesap bu kadar basit. Acaba Altay'lı futbolcuların takımdan alacağı var mıdır?
10 Mayıs 2010 Pazartesi
Tarih "Tereddütten" İbarettir...
7 Mayıs 2010 Cuma
Golün En Güzel Hali : Matt Le Tissier
Belki Gazza futbolcu olmasaydı bu isim çok daha parlak yazılacaktı futbol tarihine.
3 Mayıs 2010 Pazartesi
Futbol Hikaye | Seksen sekiz +
“Dede sen hiç penaltı attın mı?” diye sordu. Evin bir köşesinde sarı siyah formalar içinde çekilmiş bir resmimi gördüğünde beni soru yağmuruna tutmuş, aklı erdiğince futbolculuğumdan arkadaşlarına övgü ile söz etmişti.
“Hem de çok” diye cevap verdim. “Zor mu ki atmak?” diye sordu bu sefer de. Onun sorularına cevap vermek her zaman beni mutlu ediyordu.
“Duruma göre değişir,” diyemeden “Goool” diye zıpladı kucağımda. Bir süre sonra duruldu, uykusu gelmişti.
“Hadi yatağına. Annen kızacak” dedim.
“Dede yarın bana penaltı atmayı öğret. Gol atamıyorum diye bana hiç attırmıyorlar mahalle maçlarında,” dedikten sonra “Aaa sen peki hiç böyle gol attın mı?” dedi. Sol eli ile televizyonu gösteriyordu. Kırmızı siyahlı oyuncu ceza alanına girerken düşürülmüş, hakem düdük çalmış, kaleci 5 kişilik bir baraj oluşturmuştu. Kaleci kendine göre sol tarafı barajla korumaya almış, sağ tarafta topu beklemeye başlamıştı. Kırmızı siyahlı oyuncu bir iki adım atıp topa vurdu. Top havalandı ve dönerek gitmeye başladı.
“Dede! Sana diyorum, sen hiç böyle attın mı?”
Kulaklarımdan giren bu ses dalgası beynimde anıların bulunduğu yere o kadar hızlı ulaşmıştı ki, kimisi parça parça, kimisi flu şekilde gelen, birbirinden alakasız bir sürü hatırayı zihnime hücum ettirmişti. “Anlatacağım ama sonra doğru yatağa. Tamam mı?” dedim.
Küçük ellerini heyecanla birbirine vurup. “Söz, dede. Söz,” dedi.
Lise sona gidiyordum. Köy yaşantısı için pek alışılagelmiş bir durum değildi. Köy dediysem de öyle etrafı uçsuz bucaksız köylerden değil. Mavi minibüslere binice 15 dakikada şehre ulaşabiliyordun. Ama bu yakınlık köyün gelişiminden değil şehrin köye doğru kayan yapısından kaynaklanıyordu. Yine de köyün gençlerine zor geliyordu ortaokuldan sonra okumak. Çünkü sürülecek bir sürü tarla, kahvede oynanacak bir sürü oyun vardır.
Köyde sadece derme çatma bir ilkokul vardı. Yanında da köye tayin edilen yeni öğretmenlerin her gece yalnız kaldıklarında ailelerine mektup yazıp ağladıkları lojman bulunuyordu. Zaten köyde fazla kalmazlar ilk fırsatta hatırlı bir tanıdık bulup memleketlerine giderlerdi.
Sadece Erkan öğretmen çok uzun kalmıştı burada. Erzincan depreminde ailesini kaybedince dönmek istememişti herhalde bir daha oraya. Köylü de sevip sayardı Erkan Hocayı. Kardeşimin de öğretmeni olmuştu sonraları. Ara ara bize gelirdi akşam yemeğine. Annem de Erkan Hocaya acıdığından olsa gerek tabağını tepeleme doldururdu. Zavallı Erken hoca da bir şey diyemez, hepsini yerdi. Yemek bitip, çay faslına geçildikten sonra babamın klasik “Nasıl bizim haylaz? Sizi üzmüyor değil mi hocam?” sorusu ile muhabbet başlardı. O akşam yine babam aynı soruyu sordu. Erkan hoca da her zamanki cevabını verdi.
“Olur mu Bülent amca, çok zeki senin oğlan, maşallah.” Sonra daha önce hiç yapmadığı bir şey yaptı. Bana dönerek “Delikanlı senin dersler nasıl? Kazanabilecek misin üniversiteyi?” diye sordu. Gecenin daha öncekilerden farklı bir şekilde gelişmesi beni heyecanlandırmıştı. Çünkü Erkan hocanın şimdi “Eline sağlık yenge her şey çok güzeldi” deyip kalkmaya yeltenmesi, babamın “Hocam dur daha tatlı var, meyve yeriz” demesi gerekirdi.
Garip adamdı Erkan Hoca, kimse hakkında pek fazla bir şey bilmezdi. İlk bir-iki sene köylü “zaten gidecek” diye pek ilgi göstermemişti. Ama gitmemişti, her gün kahveye gider, bahçeye oturur, orta kahve söylerdi. Kahve geldiğinde, bir sigara içer sonra da evine giderdi. Zaman içinde öğrencileri ile kaynaşmış, sorunlarında onlara yardım etmiş köy halkının ilgisini çekmeye başlamıştı. Kadınlar hocayı evlendirme derdine bile düşmüşlerdi.
Okula gitmediğim bir gün biri kapıyı yumruklamaya başladı. Babam ya tarlada ya da kahvedeydi, anneminse bir grup arkadaşıyla dedikodu kazanının altına odun attığından hiç şüphem yoktu. Kapıyı açtım bir de baktım karşımda Erkan Hoca, kucağında bizim ufaklık, ayağı alçıda. Ben kapıda dikilmiş ne olduğunu anlamaya çalışırken beni iterek içeri girdi. Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş kardeşimi divana yatırdı. “Top oynarken ayağı kırılmış, ilçede alçıya aldırdık. 1-2 hafta sonra çıkacakmış. Sen okuldan dönerken bana uğra akşamları, ders notlarını vereceğim, geri kalmasın. Hadi eyvallah” dedi bir çırpıda ve gitti.
O günden sonra ben okuldan dönerken kapısını çalar, bir şey demeden birkaç parça kağıt alır eve dönerdim. 2 hafta hiç konuşmadan böyle geçti.
İlk defa bana hal hatır sormuştu. Neden sordu acaba diye düşünürken babam verdi benim yerime cevabı. “Ne üniversitesi hocam, liseye bile niye gitti anlamadık. Bitirsin de gitsin askere gelsin, ben çok yoruldum.” Erkan hocanın babamın cevabını hiç sallamaması beni kıllandırmıştı. Eğer öğrenmek istediği buysa babam vermişti işte cevabı.
“Sizi birkaç kere okulun arkasında top oynarken gördüm. Bir takım kuralım ne dersin? Hem yeni kanun çıkmış, köy takımlarını destekleyeceklermiş. Belki bakarsın ligde bile oynarız.” dedi. Ne diyeceğimi bilmedim öyle baktım suratına. “Formalarımız falan olacak, o televizyondaki takımlar gibi mi olacağız” diye geçirdim aklımdan. Suskunluğumu “Evet” olarak algılamış olacak ki; “Yarın köyde topa vurabilen kaç kişi varsa topla okula gelin akşamüstü, bir bakalım ne yapabiliriz.” dedi.
Ne olduğunu anlamadan bir takımımız olmuştu. Erkan hoca siyah-sarı formalar yaptırmıştı bize. Takım kurulurken herkesin birtakım şüpheleri vardı. Ama belli ki Erkan hoca da çok sıkılmıştı ve yeni bir heyecan arıyordu. Her gün bizi topluyor. Futbol hakkında yazılar okuyor. Videoda maçlar izletiyordu. Herkes babasından dayak yeme pahasına tarladaki işleri asıyor ve okuldaki küçük odaya doluşuyordu.
İlk bir ay her gün okulda toplandık. Sözde bir futbol takımıydık ama daha topa hiç vurmamıştık. Bazıları artık gelmek istemiyordu. “Maçı evde de izlerim lan. Ne bu her gece geliyoruz daha top görmedik” diye bana isyan ediyorlardı. Haklılardı da; çünkü hepsini ben kandırmıştım takıma katılsınlar diye. Gerçi eskiden de maç yapmak için hepsini evden teker teker ben çağırıyordum ama o zaman en azından maç yapabiliyorduk.
Erkan hocanın yanına gidip durumu dilim döndüğünce anlattım. Çay bardağına 1 şeker atıp uzun uzun karıştırdı. Kaşığı iki kere bardağa vurduktan sonra masanın üstündeki peçetenin üstüne bıraktı. Kaşığın nemi bir anda beyaz peçeteyi esir aldı. Ben peçetede kaybolmuşken, Erkan hocanın eli omzuma dokundu. “Bak” dedi. Sessizce yürüdü ve kapının yanındaki sandalyeyi alıp önümde durdu. Ters çevirdiği sandalyeye oturdu. Sırt yaslanacak yere göğsünü yasladı. Gözlerini gözlerime kilitledi. Şimdi ağzından çıkacak kelimeler hayatımı değiştirecekti sanki. Öyle bir hava vermişti konuşmasına – ki henüz konuşmamıştı bile. Normaldi de. Köyde herkes düzdü, kimse de bir artistlik, bir poz bulamazdın. Böyle biriyle karşı karşıya kalınca da normal olarak söyleyeceklerini ciddiye alıyordum. “Önce futbolu özleyin. Benim size okuttuğum her şey futbolun ne olduğunu anlamanız için. Yakında bir turnuvaya katılacağız. Kazanırsak bazılarınız belki başka takımlara transfer olacak. Bu köy için hatırı sayılır bir para kazanacaksınız. Belki üniversiteye de gönderir o zaman baban.” dedi. Aklınca beni kandıracak kendi tarafına çekecekti. Biliyordum babam beni asla göndermeyecekti üniversiteye. Bu köyden ilçeye haftada 5 gün gitmek bile köyde bilgin yapmıştı beni. “Ama daha önce hiç biriniz bu köyün dışında futbol oynamadı ve bunun ne kadar zor olduğunu bilmiyorsunuz. O yüzden de futbolu özlemenizi istiyorum.” dedi. Omuz silktim. Bunlar mıydı söyleyecekleri? “Ama söyle arkadaşlara, yarın başlıyoruz.” dedi.
Zaman geçtikçe Erkan hocanın öğretmenliğini daha iyi anlıyorduk. Saatlerce bizimle konuşuyor. Sahada en az bizim kadar koşuyor. Bazen bir pasın nasıl atılacağı üzerine yarım saat konuşuyordu. Hepimiz için bir eğlence olarak başlayan bu serüven bir iş haline gelmişti artık. Antrenmanlar, maçlar, yorgunluk, sakatlık derken kimsenin bizden beklemediği bir başarı yakalamıştık. Önceleri bunu zaman kaybı olarak görenler her maçta bizi desteklemeye geliyor, bir dediğimizi iki etmiyorlardı. Artık tarlada ya da dükkânda çalışmamak en büyük sorun değildi. Ahmet’in babası bir arsasını bize tahsis etmiş. Topraktan da olsa çok güzel bir saha yapmamıza izin vermişti. Kaynakçılık yapan İhsan Usta sahanın kalelerini, Osman amca da elinden geldiğince 100-150 kişilik bir tribün yapmıştı. Köyün kadınlarının bana verdiği siparişleri ilçeden alırken ne yapacakları konusunda hiçbir fikrim yoktu. Aldığım kumaşlardan forma yapmışlardı.
8 takımlı turnuvada beklediğimizden de iyi durumdaydık. Takımın bir yıldızı varsa o da bendim. Erkan hocanın bu fikri ilk olarak neden bana açtığını şimdi anlıyordum. Bizi izlemiş beni beğenmişti. 4 takımlı iki gruptan 2. olarak yarı finale kalmış, yarı finalde yine bir köy takımını benim attığım golle 1-0 yenmiştik. O zamana kadar turnuvayı kazanınca ne olacağını bilmiyorduk. Erkan hoca sık sık ilçede hükümet konağına gidiyor. Bizden aldığı kimlik fotokopileri ile bir şeyler yapıp duruyordu.
Bizden habersiz geleceğimizi şekillendirdiğini final maçından önceki gece bizi yemekten sonra okula çağırdığında öğrendik. Yemekten sonra okula gitmeye hazırlanırken evin arkasındaki ardiyede gizlice sigara içerken bir korna sesi ile irkildim. Pek fazla sigara içmezdim, o yüzden 1 hafta önce aldığım paketi ardiyeye saklamıştım. Ne zaman canım sıkılsa ya da aşırı heyecanlansam soluğu burada alıyordum. Son bir haftadır 4-5 kere gelmiştim buraya. Aklıma final maçı geldikçe heyecanlanıyor, sigara içmek istiyordum. Eskiden çocuklarla kahvede oyun oynarken onun bunun paketinden bir iki otlanırdım ancak bu futbol hikayesi başlayınca kimsenin görmesini istemiyordum sigara içtiğimi. Sigaradan son nefes çekip duvarda açık kalmış tuğlanın içine izmariti söndürüp kapıya doğru yöneldim. Tarla sürmeye giderken görmeye alıştığım Vecdi “Hadi lan oğlum.” diye bağırdı traktörün üstünden. Çevik bir hamle ile tırmandım yanına. Gecenin o saatinde köyü inlete inlete okula doğru yola çıktık. Yürüyerek 10 dakika süren mesafeyi Vecdi yarım saate gitmeye yemin etmişti sanki.
“Bassana oğlum gaza, resmi geçit mi yapıyorsun?” dedim.
“Bırak onu bunu da sana bir şey söyleyeceğim, kimseye söyleme ama?”
“Dalga mı geçiyorsun lan, Adem’in kardeşine aşık olduğunu söyledim mi kimseye?” dedim hem sitemkar hem de dalga geçercesine.
“Dün adamın biri geldi yanıma, beni transfer etmek istiyormuş Pancar Fabrikasının futbol takımına. Hem bana orada iş de verecekmişler. Buradan ne kadar para alıyorsun dedi. Ne parası dedim. Ha ben de onu diyorum hem bu kadar iyisin hem de bedava oynuyorsun. Hem bırak bu köy takımını Erkan’ın yakında tayini çıkar çeker gider. O zaman n’apacaksınız dedi.” Sözlerini bitirip gözlerime baktı. Aklı karışmıştı, ona akıl vermemi istiyordu.
Vecdi’nin babası köyün zenginlerindendi. Dönüm dönüm tarlaları, bağları bahçeleri vardı. O yüzden Vecdi para ile kandırılabilecek çocuk değildi. Vecdi’nin aklını çelecek tek şey bu köyden gitmekti ve Pancar Fabrikası köyden oldukça uzaktı. “İstediğin bu köyden gitmek değil miydi? Babana kaç kere küfretmiştin seni okula göndermediğinde ben bile hatırlamıyorum. İstediğin buysa işte fırsat.” dedim “Ama Erkan hocaya bir danış derim.” diye de ekledim.
Okula en son biz gelmiştik anlaşılan. Herkes çayını almış, bir köşeye çekilmiş bizi bekliyordu. Herkesin başı yerde, sessizce duruyor olması kıllanmam için yeterli oldu. Erkan hoca ortalıkta yoktu. “Ne o lan? Maç oynandı yenildik de benim haberim mi yok?” dedi Vecdi sanki aklımı okumuş gibi. Birkaçı dışında başı yerden kalkan olmadı. Ünsal, “Erkan hocanın tayini çıkmış.” dedi.
Vecdi ile göz göze geldik. O anda anlamıştım Pancar fabrikasına bir yolculuğa çıkacağını. 10 ay öncesine kadar tek kelime etmediğim adama nasıl bu kadar bağlanmışım diye düşündüm. O sırada içeri girdi elinde yine her zaman ki gibi kitaplarla. “Hocam gidiyormuşsunuz” diye başladı Vecdi. “Bize niye söylemediniz” dedim sessizce. Elini havaya kaldırıp susun der gibi bir işaret yaptı.
“Bunu kimden duydunuz bilmiyorum ama doğru. Ben bir öğretmenim çocuklar. Devlet nerede çalış derse orada çalışmak zorundayım.” dediği sırada herkes muhtarın oğlu Orhan’a bakıyordu. Orhan babası muhtar olduğu için sanki zamanı bizden önde yaşıyordu. Köyde ne olacak ne bitecek her şeyi önceden bilir, bazen bize anlatır, bazen de kendine saklardı olacakları. Bu sefer saklayamamıştı olacakları kimseden.
Erkan hoca devam etti konuşmaya. “Bunları konuşacak daha bir haftamız var. Önce yarınki maçı düşünün. Bunu kazanırsanız hepinizin hayatı değişecek. Pek çok kişi maçı izleyecek yarın. Belki birileriniz transfer teklifi alacak” dedi Vecdi’ye gözlerini dikerek. “Değil mi Vecdi?” dedi. Vecdi’nin suratı kıpkırmızı olmuştu.
Yarın ki maç ilçenin takımının 2. lig maçlarını oynadığı sahada oynanacaktı. Daha önce o sahada 19 Mayıs gösterisi için 1-2 kere bulunmuştum. Rakibimiz çevredeki lastik fabrikasının takımıydı. Onları yenersek seneye kurulacak lige katılacağımızı, belki de hayatımıza futbolcu olarak devam edeceğimizi söyledi Erkan hoca. “Beni buradan kupa ile gönderin” dedi ve “Hadi evinize. Erken yatın, kahvaltı etmeyin sabah 9’da burada olun.” diye ekledi.
Erkan hocanın hazırladığı kahvaltıyı ettikten sonra bizi maça götürecek otobüsün kalkış saati gelmişti. Soldan 2. sıradaki koltuğa oturdum. Yanıma kimse oturmasın diye de çantamı koydum boş koltuğa. Her gün gittiğim yolu izleyerek ilçeye doğru yola çıktık. Kimse konuşmuyordu. Belki Orhan, ağzında baklayı ıslatabilseydi, bir coşku olabilirdi otobüste. Orhan’a mı kızsam Erkan hocaya mı karar veremeden sahaya geldik. Haliyle ikisine de içimden bir küfür sallamayı uygun buldum.
Soyunma odasına gittiğimizde Erkan hoca sahaya çıkacak takımı saydı. Kimin ne yapması gerektiğini teker teker anlattı. Sonra yedeklere gidip biraz koşun dedi.
Bu saha ilk defa gözüme bu kadar çekici gelmişti. Daha önce elimde bayrak saçma sapan hareketler yaptığım saha bu kadar büyük müydü diye geçirdim aklımdan, bir kaleden diğerine bakarken.
Sonra yavaşça sahaya çıktık. Hakemler, İstiklal Marşı, kramponlarımızı kontrol eden yan hakem. Kendimi televizyonda izlediğim futbolcular gibi hissettim. Sanırım bundan sonra bu sahada oynamaya devam etmek istiyordum.
Maç başladığı anda rakibimizin ne kadar güçlü olduğunu anladık. Fizik olarak bizden çok daha iyi durumdaydılar. Havadan, yerden hiçbir topu alamamıştım. İlk yarıda tek ayakta kalan yerimiz kalemizdi. Kedi yutmuş gibi bir sağa bir sola atlayan Emre olmasa maç bizim için ilk yarının hemen başında bitmiş olacaktı. Dakikalar geçtikçe kendimden iğreniyor, neden bu sahadayım diyordum. Bütün köy tribünlerdeki yerini almış nasıl rezil bir futbol oynadığımı seyrediyordu. Sanki hepsi yüzüme tükürmek için fırsat kolluyordu. Ben böyle düşünürken Vecdi iki kişiyi peşine takmış hızla top sürüyordu. Bir an onun topraktan çıkardığı tozu arkasına katmış bir çizgi film kahramanı gibi gelişini izlerken Erkan Hocanın sesini duydum. O anda kendime geldim ve sağa doğru koşmaya başladım istemsiz olarak. Vecdi topu yerden önüme doğru attı. Toprak zeminde iz bırakarak yerden 1-2 cm seke seke giden topu önümde buldum. Gözümü kapattım ve sağ ayağımı topa doğru salladım. Gözümü açmadan “goool” diye bir ses duydum ve bir anda üstüme atlayan bağıran çağıran arkadaşlarımın altında kaldım. Şaşkındım. Yaptığım tek doğru bizi öne geçirmişti. Sahamıza geçmemize gerek görmeden ilk yarıyı bitirdi hakem.
İkinci yarı sahaya çıktığımızda soyunma odasında ne konuşuldu ve tartışıldı hiç biri zihnimde yoktu. Maç ilk yarıdan farksız geçmiyordu. Rakip, yine kalemizi dövüyor, ben en ileride, beni tutması söylediğinden yanımdan ayrılmayan 4 numaralı Aytekin ile ara ara muhabbet ediyordum. Bir ara “Seneye bizim takımın seçmelerine gel. Belki adam gibi bir takımda oynarsın” dedi. Aklınca moralimi bozacaktı ama benim böyle bir adamla aynı takımda oynamak gibi bir istediğim yoktu. Ben bunları düşünürken Aytekin “Nasıl koyduk lan” diye bağırmaya başladı etrafımda. Sonunda Emre daha fazla dayanamamış kornerden gelen topa kafa vuran azman 3 numaraları golü atmıştı. Erkan hocaya saati gösterdim beş parmağını birden kaldırdı. Aradan 2 dakika geçmeden uzaktan bir şutu daha aldı içeri Emre. Bu işkencenin bitmesine daha ne kadar vardı? Ben üçüncü golü de yiyeceğimizi düşünürken takımın üstündeki ölü toprağının kalkması için iki gol yememiz gerekiyormuş. Son beş dakika sanki hepimiz kendimize gelmiştik. Antrenmandaki gibi rahat oynamaya başlamıştık. Koruyacak bir şeyimiz olmadığından rahatladık sanırım. Maçı ne zaman bitirecek diye hakeme bakarken gerilerden Ömer her zaman ki gibi Allah ne verdiyse vurdu topa. Topu kovalamaya başladım. Yarım metre önümde olan Aytekin’i arkama alacak şekilde hızlanmış kaleye doğru gidiyordum. Topu yavaşça dürttüm ama zemindeki çukur yüzünden top hızlandı. Kaleci de üstüme doğru geliyordu. Gözlerimi 2. kez kapadım ve kayarak topa dokunmak için kendimi yere attım. Tek hissettiğim sahadaki irili ufaklı taş toprak parçalarının şortumdan içeri girdiği ve etimi ince ince kestiğiydi. Sonra bir çarpışma oldu. Kaval kemiğimde tarif edilmez bir acı hissettim. Gözümü açtığımda kaleci ve Aytekin’in arasında kalmıştım. Acıdan kıvranıyordum. Hakem ise elinde kırmızı kartla bizim ayrılmamızı bekliyordu. Sanırım bana gösterecekti ama o beni pas geçip Aytekin’e “arkadan vurdun” diyip kartı gösterdi. Aytekin çıkmamak için ona buna çamur atıyor hakemin üstüne yürüyordu. Herkes sahadaydı ve hep bir ağızdan kakofoni şeklinde sesler yükseliyordu. Erkan hoca elinde bir sprey ayağımın her yerine sıkıyor, “Hadi oğlum buradan atarsın golü. Vurabilirsin di mi? Ayağın nasıl?” gibi şeyler söylüyordu panik halinde. “Maç uzarsa bunları yeneriz, 10 kişiler” dediği anda sahada herkes birbirine girmişti. Aynı anda yağmur da başlamış sanki gök yarılmıştı. Hakem zor da olsa tarafları ayırdı ancak bu sefer de öyle bir yağmur yağıyordu ki saha bir anda göle dönmüştü. Bir an önce topa vurmak ve eve gitmek istiyordum. Ama hakemler yağmurun doluya dönmesi ile içeri doğru koşmaya başladılar. Aynı şekilde biz de hakemlerin arkasından içeri koştuk.
Erkan hoca hakemlerin odasından dönünce kalan 2 dakikanın haftaya oynanacağını söyledi. Nasıl olacaktı hiç birimiz anlamamıştık. Erkan hoca sakin bir şekilde “Arkadaşlar bazen maçın oynanmasına imkân yoksa kaldığı yerden devam eder.” dedi. Vecdi küfürle karışık zaten yenik olduğumuzu 2 dakikada gol atamayacağımızı söyledi. Erkan hoca ise oyuna hemen ceza alanı çizgisinin üzerinden atacağımız serbest vuruşla başlayacağımızı en az penaltı kadar gol şansımız olduğunu söyledi.
Bir hafta boyunca belki 1000 tane frikik attırdı bana Erkan hoca. Bunun benden daha iyi atacak pek çok oyuncu olduğunu söylesem de bana mısın demedi. Ben atacaktım illa ki. Senaryo yazılmıştı. Ben golü atacaktım. Maç uzayacak, 10 kişi kalan rakibi 11 kişi yenecektik. Olmadı penaltılarla eleyecektik.
2 dakikalık en uzun maç gelip çatmıştı. 1 hafta boyunca uykumda o vuruşu yapıyor, bazen golü atıyor nasıl sevineceğimi hayal ediyordum bazense vuruş dağlara taşlara gidiyor herkes bana iğrenerek bakıyordu. Uyumalıyım artık diye düşündüm. Bu hengâmede Erkan hocanın gideceği gerçeğini ya kimse hatırlamıyor ya da hatırlamak istemiyordu. Sağ tarafıma dönüp yorganı kafama kadar çektim ve uykuya daldım.
Sabah okula gittiğimizde Erkan Hoca henüz gelmemişti. Vecdi hemen yandaki lojmana baktı ama kapı duvar. Sağa sola baktık ama hiçbir iz yoktu. Sanki Erkan Hoca hiç var olmamıştı. Orhan geldi koşa koşa “Geç kaldım diye ödüm patladı lan” dedi. “Hadi gidelim”
“Ha o dün gece gitti ya. Bilmiyor muydunuz?” dedi.
O sırada bizi maça götürecek otobüs geldi. Kimse binmek istemiyordu otobüse. Erkan hocaya küfretmekten başka hiç bir şey gelmiyordu kimsenin elinden. Orhan herkesi teker teker bindirdi otobüse. Muhtar olan babası da otobüsteydi. “Çocuklar Erkan hoca hepinize çok selam söyledi. Veda mı edemezmiş Elveda mı demiş öyle bir şey söyledi.” dedi.
Sahaya çıktık. 1000 kere çalışmıştım buna. Artık çocuk oyuncağı gibi geliyordu o topu oraya atmak. 2 adım geri çekildim. Sağa baktım Erkan Hoca yoktu tabi. Onun yerine muhtar ellerini birbirine vuruyor “Hadi lan” diyordu. Yavaşça yaklaştım topa. Sağ ayağımın içiyle okşadım topu tam Erkan hocanın öğrettiği gibi.
Top havalandı. Kaleye doğru süzülmeye başladı.
“Baba, Emir uyumuş yatağına yatırayım istersen” dedi kızım. Emir yatağına gitti. Ben de yatağa gidip sağına döndüm. Yorganı kafama çektim.